Sayfalar

27 Ocak 2009 Salı

Pokhara'dan Lumbini'ye

Bir gün daha bitti sayılır. Sayılır diyorum çünkü saat daha 20:45 ve her yer, kaldığım da dahil olmak üzere, kapandı bile. Bari hazır vakit çokken ben de son iki günü yazayım bari dedim.
Dün Pokhara'da son günümdü. Ne yapalım diye düşünürken aklımıza hiçbirşey yapmamak gibi harika bir fikir geldi, biz de aynen öyle yaptık. Çıkıp güzel bir kahvaltı edelim derken bizimle aynı yerde kalan Alman amcaya rastladık. Adamcağız kafayı budizmle fena bozmuş. Önce beni denedi, baktı olmuyor, Hapi'ye dadandı. Bir haftanın sonunda ikimizden de hayır gelmeyeceğini anladı ve bizi Budist yapma çabasından en sonunda vazgeçti. Sevmiyorum böyle müritli falan işleri. Taa ilk geldiğimde Delhi'de tanıştığım çocuk da birinin müridiydi de anlata anlata bitiremiyordu. Kardeşim, mürit olacaksam kendi memleketimde bulurum bir tarikat, hem faydası olur en azından. Hatta niye mürit olayım ki, kurarım kendi tarikatımı, kendi kendimin müridi olurum. Ne garip işler bunlar..
Kahvaltıdan sonra yürümeye başladık. Yürüdük, yürüdük, turist alanından çıktık, Pokhara merkeze yaklaştık. Sonra da yeter bugünlük bu kadar faaliyet deyip geri döndük. Yolda tam turist alanı girişinden önce meyve suyu sıkıp satan tezgahlar var. Zaten yorulmuşuz, gittik birine. Hepsi yanyana zaten. Elarabasıyla dolaşıp, eski kıyma makinelerine benzer makinelerde meyveleri sıkıp, süzüp, satıyorlar. Ne kadar dedik portakal suyu, 40 rupi. Yani bir liradan az. Tamam, yap dedik. Tam başlayacak, sordu, karışık istermisiniz diye. O ne kadar dedik. Pahalı dedi, tam 60 rupi. Eh pahalı mahalı, içelim dedik. Adamcağız o sırada bize nar da ikram etti, o meyve sularını hazırlarken çöplendik. Bu arada Hapi narı bilmiyor. Ayaküstü ona Ortadoğu ve nar kültürü, nar ekşisi ve kullanım alanları hakkında bir de ders verdim. Meyve suları geldi, Hapi aldı kafaya dikti. Ben de içeceğim ama adam dikkatle beni seyrediyor, endişeli. Bir yudum içtim, çok güzel, teşekkürler dedim, gülümsedim, ancak o zaman rahatladı. O da gülümsedi ve işine devam etti. Bakarmısın, adam tezgahta meyve suyu satıyor, bizi bir daha görmeyeceği belli ama hala endişeli, beğendik mi beğenmedik mi diye. Teknosa müşteri ilişkilerinin görmesi ve anlamaya çalışması gereken bir durum. Ama anlayabileceklerinden emin değilim doğrusu. Onlara fazla gelir. Kendilerine ne kadar sinir olduğumu anlatabilmişimdir umarım.
Oradan geri yürürken -en sonunda- köşede wi-fi'si olan bir yer olduğunu farkettim. Lazım olursa adı Moondance. Diğerlerine göre daha pahalı ama değer. Nasılsa yemek içki fiyatına internet de dahil, ayrı ödemek gerekmiyor. Neyse, oraya daha sonra gelirim.
Arada biraz alışveriş falan derken otele geldik. Eşyaları toplamam lazım, sabah otobüs saat altıbuçukta. Hesapta Lumbini'ye erken varacağım ya. Eşyaları topladıktan sonra tam biraz uzandım, başka bir harika kitap okuyayım derken Hapi daldı odaya: Saat dört, kahve vakti diye. Çaresiz kalktım, ondan sonraki saatleri kahve, internet derken geçirdik. Bu arada ben biraz kaçıp güzel bir ateş başında kitabımı bitirdim.
Oradan da kalkıp Moondance'e gittik. Sorun benim internete illa kendi bilgisayarımdan girmek istememdi. Çünkü bankaya girip döviz bozmam lazım ki, para çekebileyim. Moondance hoş bir yer, internet işlerimi hallederken Hapi uyumaya gitti, bu arada hat koptu, ben de yeter deyip bıraktım. Garsonla muhabbete başladık. Hani hatırlarsanız Pokhara'da otel ve restoran çalışanları grevde diye yazmıştım. Meğer gazete de yalanmış, maaşlar 500-1000 rupi arasıymış. Yani aylık 10-20 lira. Eh grev yaptınız da ne oldu dedim, bari alabildiniz mi? Nerde? Daha görüşeceklermiş. Yani sayın sendikacılarla işverenler. Yalan olmuş anlayacağınız. Aynı tas, aynı hamam..
Oradan da bye bye demeye Busy Bee bara uğradım. Oraya sadece iki kere gittim ama herkes tanıyor. Vallahi içmemden değil, burada da benden 'Hep gülümseyen kız' diye bahsediyorlar. Anlaşılan benim kadar yumuşak başlı müşterileri olmamış bugüne kadar. En asık suratlı garson kız bile geldi sarıldı. Bu arada halı piyasası korksun benden. Oraya bir tenis turnuvası için gelmiş olan namı-diğer halı kralıyla bile tanıştım. Türkiye en iyi müşterisiymiş meğerse..Ne sürpriz ama!
Çanta kapalı, gayet içim rahat uyudum. Sabah bir uyandım ki saat 6:15..Otobüsün kalkmasına 15 dakika var. Hapi de sözüm ona benimle gelecekti ama zavallım açamadı gözünü. Ben de o karanlıkta yüklendim çantayı, fırladım yola, bir taksi bulup, terminale gittim. Ama nasıl korka korka..Ya kaçırdıysam otobüsü diye..Daha gelmemiş bile. Bir çay isteyip oturdum, sütlü, şekerli, baharatlı güzelim Nepal çayı. Sigaramı da yaktım, şöyle bir savurdum ve aklıma geldi. Şu ufak çantayı bir kontrol edeyim diye. Malum fena halde unutkan olabiliyorum. Atıyorum elimi çantaya, birşey eksik ama ne, bir türlü çıkaramıyorum. Bir farkettim ki laptop yok. Ohha yani! Kendini unut, pasaportu unut da yani bu laptop..Aklıma geldi ki yatakta kaldı. Salak kafam dün gece geldiğimde elektrik var diye şarja takmıştım. Unutmayayım diye de yatağın içinde, yanıbaşımda bırakmıştım. Sen o aceleyle bırak git terminale. Nasıl tutuştum ama..Ya laptop kalacak, ya otobüs gidecek. Eh, laptop tabii ki ağır bastı. Çaycıdaki adama çantamı bırakıp, orada çalışan genç çocuğa aman bana bir taksi bul dedim. Adam zaten sen merak etme ben otobüsü bekletirim dedi ama ya olmazsa.Hava da daha karanlık, çok erken. Ortada taksi falan yok. Ben fırlayıp otele doğru koştururken şans eseri bir taksi yakaladım, hemen otele fırladım. Bir yandan da acayip korkuyorum, odanın kapısı direkt dışarı açılıyor, ben de ardına kadar açık bıraktım. Ya bir hırsız birşey girdiyse diye..Odaya gelip yorganı kaldırınca laptopu buldum. Hani derler ya allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurur diye. Aynı o işte.
Geri fırladık terminale. Otobüs gelmiş ama herkes bana acele etme, çayını, sigaranı iç diyor. İçemediğim çayımın üstünü bile peçeteyle kapamışlar, gelince içeyim diye. Kim kaldı bu devirde bu kadar düşünceli, bu kadar sevecen olabilen? Hele de hayatlarında büyük ihtimalle sadece bir kere görecekleri bir yabancıya karşı..İnsanlık budur işte..
Geldiğimden beri yazacağım, hep aklımdan çıkıyor. Günde on kez düşünmeme rağmen demek ki düşündüğüm zamanlarla yazdığım zamanları bir türlü çakıştıramadım. Neyse, sonuç şu: Tayland'ın sloganı 'The Land of Smiles'..Haltetmiş onlar. Gülümseyen insanların ülkesi asıl Nepal. Taylandlılar gülümser ama bence asıl o zaman korkmak lazım. Acaba akıllarından ne geçiyor diye..Ben Nepallileri tek geçerim, kimse kusuruma bakmasın. Hatta kusura bakmayın ama bizimkilerin bile Nepallilerden insanlık dersi alması lazım. Zor durumda olabilirler ama o kadar iyi kalpli, o kadar kibarlar ki..Şöyle diyeyim, öyle olmadıklarını bir kere bile görmedim...
En sonunda Pokhara'dan yola çıktık. En ön sıradayım, yanımda yaşlıca bir bey var. Yanda da karısı ve kızı. Önce tabii ki sığamadık koltuğa, bendeki cüsseyle çok zor bu otobüsler. Yine de kibar kibar, birbirimize gülümseye gülümseye başladık yolculuğa. Başladık dağlara tırmanmaya, yaklaşık yarım saat olmuştu ki, şöför sola çekti, bizdeki sağa çekmenin Nepalcesi oluyor bu. Motor kapağı tam yanında, açtı birşeyler pompalıyor. Uğraştı, didindi, olmadı. En sonunda yoldan geçen bir motosikletliyi durdurdu, atladı arkasına, gitti. Motora yakıt gitmiyor, ne yapalım, kaldık dağ başında. Muavin yakında bir yerde çay ayarlamış ama işin doğrusu benim keyfim yerindeydi, ben oturup kitap okumaya devam ettim. Arada üşüdüm, ama benim çanta bagajda yer kalmadığı için zaten içerdeydi, açıp yastık yaptığım uyku tulumumu ve uçak battaniyemi aldım. Hani orada bir gün kalsak umrumda değil. Bir gün önceden hazırladığım peynirli sandvicim de var. Onu da muavinle paylaşıp, kitap okumaya devam ettim. Böyle şeyler çok garip, ufacık birşey insanları yakınlaştırıyor birden..Sanırımikram ettiğim yarım sandvic yüzünden, daha sonra bütün yol boyu herkes bana yardım etti. Çantamı taşıdılar, beni muzlarla beslediler, çay ikram ettiler. Arkada oturan Japonlar da garip garip baktı. Bu Japonlar zaten garip tipler, hele ki kendi alıştıkları ortamın dışına çıkınca. Hepsi ayrı problemliydi. Genç bir çiftten hatun olanı yolun ilk saatinde kustu, azar da yedi, niye camı açıp kusmadın diye. Çünkü insanların çantalarını mahvetti. İnsan bir özür diler en azından..Yok..Sonra öbürü kafasını otobüsün kapısına vurdu diye bağırmadığını bırakmadı. Tuvalet sırasında beklemedi, insanlar sen ne yaptığını sanıyorsun dediklerinde bile tınmadı. İki kişilik koltuğa çantasını yerleştirdi, yaşlı bir çifti ayakta bıraktı. Ta ki bizim Hollandalı kocaman adam duruma el koyana kadar. Ve aynen, özür falan yok.. Bir de tek başına bir hatun vardı, o da kimseyle konuşmadı, selamlaşmadı bile..Kafasına bir atkı sarıp, bütün günü öyle geçirdi. Günün sonunda benimle aynı dalavereye geldi ama ben yemedim, o yedi. Bir kere bakmış, selamlamış olsa onu orada bırakmazdım. Ya da Lumbini otobüsünde beni yanımda rahat bir yeri olurdu. Ama vicdanım rahat işin doğrusu..Vermeden alınmaz. Ve vermekten kasdettiğim sadece giraz güleryüz, o kadar..Birazdan anlatacağım dalavere hikayesini, bugün çenem düştü, farkındayım..
Bu arada yol..Aklınızda bulunsun, burası highway yani otoban olarak geçiyor ama ben böyle yolu bir tek Bolivya'da gördüm. Belki duymuşsunuzdur: Dünyanın en tehlikeli yolu..Hele ki yükseklik korkusu olanlar aman uzak dursun. Korkutucu ama o kadar da heyecanlı ve güzel. Virajlar dağların, köylerin arasından geçiyor ve aşağıda nehir var. Aşağıda derken en az 200 metrelik uçurumlardan bahsediyorum. Hani böyle yerleri seven ben bile arada tepeleri seyrettim. Şöförse o kadar direksiyon sallamaktan en az on kilo vermiştir. Bir de bu yolun muson zamanı geçilmez olduğunu okumuştum. Kesinlikle doğru, her yer heyelan.
Herneyse, yolun en azından son kısmı düz yol. Bu arada son yirmi kilometre için başka bir otobüse aktarıldık toptan turistler olarak. Yeni otobüs de aynı. Ne kadar kötü olduklarını anlatmayacağım, felaketler işte, anlayın..Trafik desen başka..İstanbullu bile araba kullanamaz bu yollarda. Bizim motorlular neler yaşamış, düşünmek bile zor.
Bhairuawa'da hepimiz indik, artık herkes kendi yoluna. Ben Lumbini'ye devam edeceğim, otobüsleri hemen karşı köşede zaten. Yüklendim çantayı, yaklaşınca hemen buldular beni Lumbini diyerek. Neden Lumbini? Çünkü yol üstü, Buda'nın doğduğu yer, hem de Ersoy'la buluşana kadar vaktim var. Budistler için en önemli hac yerlerinden biri. Hazır buralardayken görmek iyi olur diye düşündüm. Zaten her taraftan koruma altında sayılırım. Dünyada bir sürü insandan daha fazla cami, kilise, sinagog,tapınak, stupa, pagoda gezdim. Hem de her cinsini. Bir de burayı görelim bakalım.
İtiraf etmem lazım, ben geze geze paranoyaklaşmışım. Lumbini otobüsünün bagajında yer olmadığı için çantamı üste koymak istediler. Anlıyorum, bagajları ufacık zaten bunların ama aklıma hep o tepelerden çalınan çanta hikayeleri geliyor. İçinde kıymetli birşey yok ama şu anda sahip olduğum ve önümüzdeki iki ay boyunca ihtiyacım olan herşey orada. Benim için çantamı kaybetmek evimi kaybetmek gibi birşey şu an. Ama mecburum, vereceğim. Orada biraz dil bilen bir genç var, ona sordum en sonunda. En azından sorumlu biri gibi görünüyordu. Ver dedi, sorun olmaz. Ufak çantamı da şöförün yan tarafındaki koltuğa koydurttu. Ben çekindim ama o ısrar etti. Sonunda bindik, tıklım tıklım otobüs. Klasik Hindistan, kapıdan sarkanlar, tepede oturanlar. Şöförle benim arama da iki yaşlı amcayı yerleştiriverdiler. Şöför bindi, bir baktım bizim genç adam. İçim rahatladı, en azından ne yaptığını biliyordur diye düşündüm. Bu yaşlı amcalar da çok tatlı. Ebat olarak ikisini toplasan benim kadar etmezler ama çok güleryüzlüler. Yol boyu bana fıstık ikram edip durdular.
Burası tam bir sınır bölgesi, her türlü insan var. Ama en büyük değişiklik renklerin iyice koyulaşması. Ben aralarında sütbeyaz kalıyorum artık. Bir de artık ingilizce bilen yok gibi, mimiklerle anlaşıyoruz sadece.
Yola çıktığımızda bir de güzel müzik koydu genç şöför..Keyfim iyice yerine geldi. Bir yandan da soruyorum kendime, ne alakası var? Sabahtan beri kendimi o kadar rahat, o kadar iyi hissediyorum ki. Sanki yanlış birşey yapıyormuşum gibi geliyor. Demek sene boyunca kendimi nasıl kasmışsam, hepsi teker teker yok oluyor günbegün. Bugün bir ara aynaya baktığımda saçlarıma bile bayıldım. O kadar asi, yola konulmaz ve yumuşaklar ki..Zamanında en yakın arkadaşım bana bu saçlar yüzünden Peter Pan adını takmıştı. Yolda olmak insanı Peter Pan'laştırabiliyor. Hatta içinde olduğun berbat otel odalarını bile saraylaştırıp, yemeklerinin hepsine çikolatalı pasta tadı verebiliyor.
Şimdi daha ekşi bir konuya atlayıp, dalavere hikayesine geleyim. Lumbini'ye gelmeden önceki son kavşakta otobüsün yanına bir genç geldi. Lumbini Guest House'danım, otobüs terminalinde inin, yerimiz orası dedi. Haritaya göre öyle zaten. O yüzden bir sonraki durakta bizim genç şöför bana in dediğ halde inmedim, salağım ya. Son durağa kadar gittim, otobüsten indiğimde adam oradaydı. Beni ve buralı bir çifti aldı, benim Lumbini Guest House sandığım yere götürdü. Ama o değil, zaten adı bile aynı değil. Bu arada Japon kızımız da arkamızdan gelmiş. Sonuçta ben odalara baktım ama ben gidiyorum deyip çıktım. Süper bile olsa kandırılmak fena. Otobüsten indiğim yere geldim, ortada ne rikşa var, ne birşey. Adamın güvendiği o, gelen gitmek istese de gidemez çünkü araç yok. Ya 1-2 km. yürüyeceksin, hava kararmış, ya da orada yatacaksın. Karşıdan gelen bir rikşa gördüm, bu arada bana yardım etmeye çalışan tipler belirdi. Rikşacı yok, almam deyince bir adam üstüme atladı, ben seni götürürüm diye ve tam o anda bir genç geldi, tam beyaz atlı şövalye, sen geç şu otobüse dedi. Bir baktım benim geldiğim otobüsün muavini. Al dedi çantanı da içeri, birazdan gideceğiz, seni bırakırız, bekle..Bana sarkan adamı da kovaladı, ben de bindim. İşte Japon kızı o zaman seyrettim. Bir-iki yürüdü, orada hiçbirşey yok, vazgeçip döndü. Bir an dedim çağırsam diye..Vicdanım rahat etmiyor işte. Ama çağırmadım, benim olduğum tarafa baksa belki. Hala vicdan konusunda rahatsızım, ama olamadı, ne yapayım?
Meğer bu, geriye, Lumbini'ye geri dönen son otobüsmüş, geç kalan bir aileyi epey beklemek zorunda kaldık.
Lumbini merkeze geldiğimde ilk iki sorduğum yer doluydu, üçüncüde yer buldum. Hepsi yanyana zaten. Kalite olarak da bir farkları yok. Fiyat farkları odanın penceresinin olup olmaması, banyosunun olup olmamasına göre belirleniyor zaten. Burada da elektrik yok ama hemen her yerin kendi bataryası ya da jeneratörü var.
Eşyaları bırakıp biraz yürüyeyim dedim, 50 metre gittim, köy bitti. Yemek yiyeyim dedim, hiçbirşey yok. Tam parkın girişinin karşısında bir yer gördüm, Peace Land Restaurant. Baktım, açık. Oturup birşeyler yiyeyim derken saat akşam 9 oldu. Artık odaya gideyim bari dedim ama dışarı bir çıktım ki zifir karanlık. Allahtan fener var da kafamı gözümü yarmadan sokağa gelebildim. Orada ışık vardır diye umuyordum ama nerede? Heryer kapalı, tek bir ışık yok, hostellerde bile. Benimkini bulmaya çalışıyorum, isimler de çok benzer..Lumbini Village Lodge, Peace Lodge, Garden Lodge. Fener ışığında zar zor buldum kaldığım yeri ama ışık yok. Kapılar, kepenkler kapalı. Kapıyı çaldım, kim o diye soruyorlar. Benim ya, alın içeri, bu kadar erken kapatırmı insan?
Aldılar, odama gidip, yatağa girdim. Bunların bir kısmını da oradan yazıyorum.
Hala sıkılmadınızmı?
Devam edeceğim...

2 yorum:

Unknown dedi ki...

hayır sıkılmadım :))

hakile

Adsız dedi ki...

Yazar cok tesekkurler...

Selamlar Kubra