Sayfalar

30 Nisan 2009 Perşembe

GOA-PALOLEM

Toparlanmaya toparlandım ama epey zaman aldı. Daha döndüğümün ikinci gününde yatağa düşmek hiç de hoşuma gitmedi ama herhalde zavallı vücudum ancak bu kadar dayanabildi. Memlekete geldiğini farkeder etmez rahatladı, artık hastalanabilirim dedi ve bir de bu garip mikropla karşılaşınca bayrağı indirip pes etti..
Geleli tam bir ay oldu ama Palolem ve devamını yazmamamın tek sebebi hastalık falan değil aslında. Bahane ettim yazmamak için..Önce hastalık, sonra meşguliyetler. Aslında her ne kadar kabul etmek istemesem de dosdoğru yalan valla. Yazmamamın -ya da yazamamamın- tek sebebi çok zor gelmesiydi. Palolem’deki zamanlar o kadar keyifli geldi ki, buraya geldiğimde gerçek hayatla karşılaşınca saklamak istedim hatıralarımı. Sanki paylaşınca kaybolacaklarmış gibi.
Ama artık devam etmenin zamanı geldi..
Ersoy’u o gün istasyona bırakıp, Palolem’e doğru yola çıktım. Aslında Margao’dan otobüs de var ama hem yorgunum, hem de Ersoy’u yollamışım, canım hiç istemedi otobüslerle saatlerce uğraşmayı. Taksiden ucuz diye rikşayla gideyim dedim, istasyondakiler kuruş inmeyince dışardan binmeye karar verdim. Ersoy da benimle geldi ama oradakiler de fiyatta inmeyince kaderime razı olup, içerdeki rikşacılar görmeden gizli gizli bindim bir tanesine.
Ersoy’u orada bırakmak çok zor geldi doğrusu. Yolculuğa yalnız başlayıp yalnız bitirmek kolay geliyor bana ama bu sefer kendimi çok kötü hissettim. Mumbai’ye gitsem biletimi değiştirip birlikte dönebilirdik ama ne derler? " Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın". Böylece Palolem’e doğru yola çıktım. Tabii 40 kilometrelik yolu, hele de dağ yollarını rikşayla gitmenin ne kadar iyi bir fikir olduğu epey tartışılır. Sallana sallana, zıplaya zıplaya ama sigaramı içerek! yaklaşık iki saatte Palolem’e vardım. Daha önce kaldığımız yerde kalmaya karar vermiştim zaten. Hatta bir gün önce arayıp, kalmak istediğim odayı bile ayırtmıştım. Oraya vardığımda kötü bir sürprizle karşılaştım. Benden bir gün önce gelen bir çift, bir gece kalacağını söyleyerek odayı almış. Ama sonuç olarak üç gece daha kaldılar. Arada başka aksaklıklar da çıkınca ancak orada kaldığım son on günü istediğim odayı alabildim. Orada benim oda konusu artık şaka haline bile geldi bir ara. Hani odaların hemen hepsi az buçuk aynı. Hepsi incecik kontrplaktan yapılma, deliklerle dolular. Bunun farkı diğerlerinden büyük, üst katta ve tam denize bakıyor olması. Balkona çıkıldığında insanı aşağıdan tamamen ayırıyor. Tabii bir de hamağı var. İşin doğrusu orada kalan arkadaşlarım ve sevgili Nepalli garsonumuz olmasa başka yere geçerdim. Adamlar işletmenin "İ" sinden anlamıyor, hatta daha önce 400 denen fiyatı 500 bile yapmaya kalktılar. Üst kat olduğu için duş hemen hiç çalışmıyor, arada su bile gelmediği oluyor. Kova falan idare ettim..Hepsi manzara ve hamak aşkına..Bakalım bu hamak sevgisi yüzünden hayatta daha neler gelecek başıma.. Sözümona günümün çoğunu o hamakta yatıp yazı yazarak geçirecektim ama sonunda o kadar eğlenmekle meşgul olunca kelime bile yazamadım iki hafta boyunca.
Eğlenme faslım daha gelir gelmez başladı. Plaja inerken biriyle selamlaştım, sonra onun arkadaşlarıyla tanıştım, sonra da benden birkaç gün sonra gelen iki kızkardeşle..Böylece birbirine tam ters ülkelerden gelen beş kişilik bir grup olduk ve uyanık olduğumuz her dakikayı birlikte geçirdik.En eğlenceli tarafı ise Andreas ve benim birbirimizden ayrılamaz hale gelişimizdi. Birimiz Kıbrıs Rumu, öbürü Türk, ama herşeyimiz aynı. Epey insan hayretten kalakaldı: Bir Türk ve Yunan..Ama bizi bizden iyi anlayan yoktu valla..
Hayat Palolem’de gerçekten çok dolu geçiyor. 10 gibi uyan, kahvaltı yap, sahilde otur, sıkılınca başka yerde otur, insanları seyret, güneşlen, denize gir, yemek ye, akşam partiye git, sonra bir daha denize gir. Hatta sonunda o kadar yoruldum ki, 200 metrelik yarıçaptan çıkmamak gibi bir karar aldım. Arada kaçamaklar olsa da genelde bu sınırları koruduk. İstisnalar motosiklet kiralayıp çevre kumsalları gezmek, (bir kere yürüyerek bile gittik)kanoyla akıntıya karşı kürek çekmek, Anjuna gece pazarına gitmek gibi şeylerdi.
Şaka bir tarafa, ben şahsen hem deniz, hem de ortam olarak en çok Palolem’i sevdim. Sahilin kuzey tarafı güneye göre çok daha sakin ve çok daha az insan var. Temiz, güzel bir kumsal. Genelde dalga da fazla yok, olduğundaysa çok daha eğlenceli oluyor. Ama yine de diğerleri kadar tehlikeli değil. Ya da ben öyle sanıyordum..Ta ki bir gece su iyice yükselip, tam kaldığımız yerin önünde bir rip curl oluştuğunu görene kadar. Bu arada bu rip curl dene şey aslında bir su koridoru. İki taraftan kıyıya gelen su ortada birleşip açığa doğru hızla akıyor. Çok daha büyüğünü Peru’da Huanchaco’da görmüş, üstüne bir de orada yüzmüştüm. Okuyanlar belki hatırlar: El Cemeterio, yani Mezarlık dedikleri yer. Burada da böyle birşey görünce dayanamadım, gece gece girdim suya. Tamam, çok eğlenceliydi ama bacaklarım ve kollarımdaki sıyrıklar epey can yaktı. Hatta halaizleri duruyor, hai iğrenç yara izlerinden hoşlananlara..O geceden sonra bir daha da o kadar büyüğünü görmedim zaten. Yani eğer sular yükseldiğinde gece denize girmezseniz, hiç sorun yok burada. Öyle tehlikeli balıklar falan da yok. Birilerinden kıyıda bulunan ölü deniz yılanları hakkında birşeyler de dinledim ama normalde zavallılar buralara yaklaşmıyorlar bile. Bir de restoranlarda verilen yavru köpekbalıkları var. Bir gün bir arkadaşıma çekiç kafa bile geldi yemek olarak.Zaten birşey olsa o kadar çok aile çocuklarıyla gelmezdi buralara tatil yapmaya. Yine de arada aklıma Jaws gelmedi değil. Ya o çekiçkafaların aileleri intikama karar verirse..Fena olur halimiz..Emin olun yetişkin bir çekiçkafayla denizde kimse karşılaşmak istemez..
Yemek deseniz hiç sorun değil. Her yer restoran dolu ve her cins yemek var. Adamakıllı et heryerde olmasa da, bazı yerlerde balık pahalı olsa da aç kalınmıyor. Yoğurt ve lassi dedikleri yoğurtlu içecek, hatta tuzlusu olan ayran bile var. İçki ise diğer yerlere göre çok daha ucuz, hatta 24 saat kapatmayan iki bar bile var. Yalnız orada dikkat etmek gereken iki içki var: biri hindistancevizi ya da kaju fıstığından yapılan fenni, diğeri de taze marihuana yapraklarıyla hazırlanan bangh lassi. Ben ilk fenni içtiğimde aman dikkat et dediler, garson bile şaşırdı ısmarlamama ama benim rakıya alışık Türk bünyemi etkilemedi bile. Diğeri ayrı hikaye..Özellikle Holi bayramı sırasında çok satılıyor, ama Hindistan’ın birçok yerinde satışı yasal. Hatta Racastan’da ayrı dükkanları bile varmış.
Goa aslında Fethiye’ye benzer bir yer. Hindistan’ın alan olarak en küçük eyaleti ama turizm sayesinde en zenginlerinden biri. Burada kuzeyden güneye her zevke uygun bir sürü plaj var. Ama daha önce de yazdığım gibi sözümona en rahatları olması gereken Arambol bile aşırı kalabalıklaşmış. Her yerde çok sakin yazdığı için herkes oraya gidince sakinlik falan kalmamış. Biz motorla bir gün de pek methettikleri Cola plajına gittik ama orası da ayrı hikaye. Sahile iner inmez gördüğümüz çadırlı konaklama yerinin tam pansiyon bir "resort" olduğunu farkettiğimizde yüzümüzün halini görmeliydiniz. Manzarası güzel, ama sinekleri pek fena bir nehir ve çok çok iyi yüzme bilmeyenlerin girmemesi gereken bir denizden başka birşey yok. Sinekler yüzünden hemen kaçtım oradan da.
Dediğim gibi, buranın en güzel tarafı ne yapmak istiyorsan, ona göre bir şey olması. Sakin istiyorsan sakin, parti istiyorsan parti var. Zaten Goa’nın en büyük özelliklerinden biri de partileri..Ama bunlar farklı, sessiz partiler. Gelenler 1000 rupi depozito karşılığında birer telsiz kulaklık kiralıyor, böylece ortada duyulmayan bir müzikte danseden bir sürü insan beliriyor. Aslında çok ilginç bir görüntü. Sessizlikte kendi kendine danseden bir sürü insan. Bu partilerin aslında ne kadar ünlü olduklarını ayrılmadan kısa süre önce anladım aslında. Meğer bizim kaldığımız yerde kalan, ne için geldiklerini anlayamadığımız Hintli genç bir çift, oranın sosyetesinin en ünlü tiplerindenmiş. Sonradan gazetelerdeki resimleri görünce düştü jeton ancak. Ama hala bizim zavallı bungalovlarda ne aradıklarını anlamış değilim. Ve de erkek olanın yüzme bilmediğini de gözlerimle gördüm..Yazık oradaki sosyeteye de..
Bazen bu dünyadaki en şanslı insanlardan biri olduğumu düşünüyorum. Hiç planlamadan, düşünmeden gittiğim yerlerdeki bayramların, kutlamaların içine düşüyorum. Burası da bir istisna olmadı. Holi bayramında garsonlarımız tarafından köydeki parti ve kutlamalara davet edildik. İki gecemiz tamtamlarla dans edip, ev ev köyü dolaşıp, birbirimize boya atmakla geçti. Ve orada sadece dört yabancıydık..Köy yolsuz, palmiyelerin arasında..Kaybolduk..İki gece sabaha kadar dansederek dolandık. Sabaha karşı yatmaya gitmeden temizlenebilmek için denize girmek zorunda kaldık. Bir gece bira çaldık, diğer gece köylülerle yerde oturup muz yapraklarında yemek yedik. Ben ise yemeyi deneyip acı yüzünden yiyemeyince, kuyu sularını kana kana içtim..Sonra ise..tuvalette saatler geçirdim tabii..Acılar içinde.. Olsun..İshal işte deyip geçtim..İnsanların yemeğini yiyip suyunu içmemek ayıp geldi bana. O kadar misafirperverlikten sonra..
O acı yemeklerin üstüne ise aşureler ikram ettiler. İnanamadım, anneciğim geldi aklıma..Yiyebildiğim kadar yedim. O kadar güzeldi ki..Çocukluğumun aşureleri işte, aynısı..Ama burada, Hindistan’da.
İşte o her gün ortalarda gördüğümüz, restoranlarda, tarlalarda çalışan insanlardı bunlar. Bir an öyle bir sızı hissettim ki. O beş kuruş kazanmak için çalışan insanlar kendileri yetmiyormuş gibi bir de bizi doyurmaya, mutlu etmeye çalışıyorlardı.
Tekrar söyleyeyim, orada dediğim gibi sadece dört yabancıydık, sahilde kalan binlerce turist arasından ya bizi davet etmeye uygun bulmuşlardı, ya da diğerleri gelmeye tenezzül etmemişti. Eğer gelmedilerse, aptallar herşeyi kaçırdılar..
O iki akşam benim oranın yerlilerine bakışımı tamamen değiştirdi..
Palolem günlerini böyle anlatmakla bitirmek imkansız. Ara ara yazmaya devam ederim artık..En azından şu geçmişin bir kısmını bitireyim de bugüne gelebileyim. Eski defterlerin arada sırada da olsa kapanması lazım. Bugünü yaşamaya devam edebilmek için..
En son gün zor ayrıldım Palolem’den. Ama sezon kapanıyordu artık. Benden iki gün sonra Soni, sevgili Nepalli garsonumuz bile Nepal’e döndü. Son günlerde geceleri de yağmur, şimşekler ufaktan başladı bile. Yakında bizim kulübelerin hepsi önümüzdeki sene tekrar yapılmak üzere sökülecek..
Dönüşte artık rikşalardan, taksilerden bıktığım için bu sefer bir otobüse atlayıp, Margao’ya gittim. Ama tren istasyonu deyince, şehrin meydanı yerine, oraya en yakın noktada beni ve burada yaşayan bir Fransız adamı indirdiler. İyi de indirdikleri yerde rikşa falan yok. Hal böyle olunca, yüklendim eşek ölüsü çantamı, başladım yürümeye..Üç kilometre yol, az değil. Fransız adam da otobüsten inerken çantama yardım ettiği için ne kadar ağır olduğunu biliyor, taşımayı teklif etti. Çok kibar bir davranış, bizim sırtçantalı camiasında azdır böyle kibarlıklar, hele de bir fransızdan gelmesi teklifin...Şaşırdım valla..Ama vermedim. Benim çantam, benim sorumluluğum. Taşıyamayacaksan, doldurmayacaksın bu kadar. Tren istasyonuna vardığımızda en az on litre su kaybetmiştim herhalde.
Mumbai’yi daha önce yazmıştım zaten. Belki sıralarını değiştirsem iyi olacak..
Ama Palolem benim en sevdiğm yerler sıralamasını tamamen değiştirdi bile..
Ama herşeyden önce teşekkürler Sumi, Andreas, Justin, Isabel ve Patricia....
Hayatımın en mutlu zamanlarından biri için..


PS: Tamam, itiraf ediyorum. Son satırları yazarken ağlamaya başlamıştım bile. Özlememek elde değil ki..

Hiç yorum yok: