Sayfalar

20 Ocak 2010 Çarşamba

CAPE TOWN

Burada iki gece daha kaldık, iki gün boyunca da Arda ve John bizimle birlikte koşturup durdular. Merkezdeki turizm ofisine gittik önce. Gördüğüm en iyi organize olmuş ofisti gerçekten. Zaten ödül bile almışlar. Hakediyorlar bence. Namibya derken hemen alt katındaki Air Namibya/ turizm ofisini de bulduk. Vize için Pretoria'ya gitmeye hiç gerek yokmuş, buradan almak beş dakika sürüyor..Oradan Botswana konsolosluğunu da bulduk. Meğer taşınmış, epey yürüdük,bulduk bulmasına ama öğle tatilindelermiş. Mozambik konsolosluğu da yakın olunca vizeyi soralım dedik. Sorun değil, yirmibeş dolara ister buradan, ister kapıdan alın dediler. Ne güzel iş ya..Kafam çok karışmıştı memleketten ayrılmadan önce bu vize işleri yüzünden. Akşamüstünü de alışverişle geçirdik. Bizi bir outlet merkezine götürdüler. Ersoy bir çift Salomon ayakkabıyı çok beğendi ama şans işte,sadece benim numaram varmış. Eh tabii, ben kaptım ayakkabıları:))) Sonra da oranın en büyük alışveriş merkezine gittik. Yanlış anlaşılmasın, tek gittiğimiz mağazalar Cape Union Mart ( Outdoor mağazası) ve kitapçılar oldu. Bizim son dakika alışverişleri için. Bana ufak sırt çantası, sivrisinek koruması falan gibi..Yalan söylemeyeyim, arada başka şeylere de gözüm kaymadı değil ama nasıl olsa yanıma almam, hatta giymem mümkün olmayacak, sonraya bıraktım.
O gece akşam çok yakın bir aile dostlarının oğlunun doğumgünü kutlanacaktı. Restoran şehrin dışında, penguenlerin olduğu yere çok yakın olduğu için erken çıkıp penguenleri görmeye gittik. Daha önce Patagonya'da da görmüştüm ama bu kadar yakından değil. Hatta bir sürü yumurta bile gördük. Burada penguenler kendilerine ayrılan bir alan içindeler. Ama bazı yaramazlar kapının yanında açımasını bekleyip, hemen dışarı kaçıyorlarmış. Ne yapacaklarsa?? Çok eğlenceli hayvanlar..
Oraya giderken Arda bir balina gördü. Şansa bak..Hiç zamanı değil bu aralar ama gördü işte. John arabayı çekti kenara bakalım diye ama bir daha ne kadar arandıysak da göremedik.
Akşam yemeğini harika bir restoranda yedik. O gece de iyice doyduk kalamara, karidese, ve bendeniz bir de pirzolaya..Bruce ve Hillary çok tatlı insanlardı, çok eğlenceli bir akşam geçirdik. Acilen buradan ayrılmamız lazım, zaten kilo almış durumdayım, burada her geçirilen gün bir kilo demek..
Ertesi gün trenle şehre inip, daha önce baktığım rent a car şirketine gidelim dedik. Ama son anda gitmeden birşey içelim diye oturduk ve orada fikir değiştirip, BazBus bileti alalım dedik. Araba çok az daha pahalıya çıkıyor ama önemli bir miktar değil. Daha çok tembelliğimize geldi sanırım. Telefon edip, yerini öğrendi Arda. Sea Front'taymış. Dolmuşla oraya gitmek, yeri bulmak onbeş dakika, biletleri almak da on dakika sürdü. Merkez ofisten alınca 240 rant, yani elli lira kadar daha az ödedik. Böylece ertesi gün yola çıkmaya karar verip, deniz kenarından Water Front'a doğru yürümeye başladık. Burada deniz kenarı yepyeni lüks apartmanlarla dolu. Fiyatlarını düşünmek bile istemem ama gerçekten güzeller.
Water Front'a varmak sandığımdan uzun sürdü, çok hoş bir yürüyüş ama vardığımızda hem çok aç, hem de susamıştık. Arda bizi Ocean Basket'a götürdü. Bu restoran zinciri epey yaygın ve adından belli olacağı üzere deniz ürünleri veriyor. Burası için belki süper ucuz değil ama bence bize göre bedavaya yakın. Bizde o fiyata deniz ürünü verseler, herhalde aşırı yemekten erkenden ölüp giderdim.
Şansımıza tam kenarda, açık havada bir masa da boştu. Onca yolu yürüdüğümüze elli kere değdi, üstüne acıktığımız için ne var ne yoksa hepsini süpürdük.
Oradan çıkıp alışveriş merkezine, büyük bir kitapçıya gittik. İçinde kafesi de var. Ve en hoş yanı, istediğin kitabı alıp, istediğin kadar okuyabiliyorsun ve hiç kimse sana ne yapıyorsun demiyor. Burayı halk kütüphanesi gibi kullanmak mümkün. Ama kitap fiyatlarını gördüğümde sebebini anladım. Ben bizdeki kitap fiyatlarını pahalı bulurum, burada resmen uçmuşlar. Yine de bir fauna- flora kitabı almadan çıkamadım. Benim zayıf yönüm de kitaplar ne yazık ki. Üstelik bir şey gördüğümde ne olduğunu anlamayı seviyorum. Limanın yerleşik fokunu da gördükten sonra akvaryuma doğru gittik ama kapanmış. Burada akşam beşbuçuk- altıdan sonra sokakta kimse kalmıyor zaten. Sağolsun John gelip bizi aldı, eve götürdü.
O kadar yemeğin üstüne tekrar yiyemem dedim ama Wade'in yaptığı noodle'ı görünce uçtum resmen. Herşeyin üstüne kajuları da eklemiş, inanılmaz bir yemek yapmış. Zaten kendisi madalyalı bir şef olduğundan- valla şaka değil, üçü altın, altı tane madalyası var- onun elinden yemek yemek ayrı birşey. Off ya diyorum, bilsem ben memleketten neler getirirdim onlara..Ah ah..Buraya gelecek olan olursa bana mutlaka haber versin.
Eşyaları toplayıp, yattık demek isterdim ama yatan Ersoy oldu. Ben gecenin bilmem kaçına kadar Arda'nın başını şişirdim..Ya da inşallah şişirmemişimdir.




1 yorum:

Adsız dedi ki...

Kesinlikle basimi sisirmedin canim, Turkce konusma firsati elime herzaman gecmiyor, cok keyifi bir sohbetti :)