Sayfalar

26 Şubat 2010 Cuma

GARES PARK'I BULMAK

Bugün saat sekiz gibi gözümü zor açtım. Nasıl da uykum varmış. Dün arabayı ayarladıktan sonra iç rahatlığıyla şehri dolaşmaya çıktık. Zaten öyle çok da dolaşılacak bir yeri yok, merkez bir kaç cadde sadece. Ama o kadar zaman şehirlerden uzak kalınca dolaşabilmek bana gerçekten çok iyi geldi. Daha önce nasıl olup da dolaşamadığımızı hiç sormayın. Ya koşturuyorduk, ya da bulunduğumuz yerler çok tehlikeli olduğu için bir türlü keyfimize bakamıyorduk. Burada rahat rahat her yere, her dükkana girdik çıktık. En sonunda karnımız çok acıktığındaysa Cafe Schneider adında bir restorana oturduk. Ersoy biftek, bense adının bir kısmını anlayamadığım ama iyi olacağını umduğum bir yemek söyledim. Yemeğin adı Zarte Elandstreifen mit PizsoBe serviert mit spatzle und Gemüse idi. Bu eland adında bir çeşit geyiğin eti ve yanında noodle. Hadi bakalım. Bu tip yemeklerde nedense Almanlara, aslında genel olarak Doğu Avrupalılara güvenirim. Gerçekten de haklıymışım. Mantar sosunda şerit halinde dilimlenmiş geyik eti, yanında el yapımı makarna ve tatlı kabak püresi..Bayıldım yemeğe. Ersoy'un eti fazla sertti ama o hep şanssızdır bu yemek konularında zaten. Nedense hep benim ısmarladıklarım daha iyi çıkar. Yemek yemeyi seviyorum ya, birileri yukardan beni kolluyor anlaşılan.
Sonuçta hepsine bayılmasam da, yerel yemekleri denemeyi severim. Ama burada yerel yemek demek Alman mutfağı demek oluyor zaten. Öyle Afrika mutfağı falan aramamak lazım çünkü yok. Adamlar kaç tane kabile ama yaşama savaşı yemek kültürünün çok ötesine geçmiş. Yerlilerin hayatta kalabilmek adına yediği şeylerse, kabile hayatıyla birlikte neredeyse silinip gitmiş..Şansınız varsa belki bir kaç turistik yerde füzyonlanmış yerel yemek bulursunuz. Yersiniz diyemiyorum, füzyon eşittir fiyat yani..
Restoranın çıkışında hemen karşıdaki eczaneye bir uğrayayım dedim. Midemde epeydir bir sorun var, kullandığım ilacı ne Güney Afrika'da, ne de Mozambik'te bulamadım. Ama bir de burada deneyeyim dedim. Aradığım aynı marka falan değil artık, en azından ana maddesi aynı olsun. Eczacı çok kibar bir bey çıktı. Aradı, taradı buldu ama meğer o buralarda yokmuş, bana aynı işi görecek başka bir ilaç buldu. O almanca,ben ingilizce anlaştık işte. Ama nedense benim tıpla ilgili bir iş yaptığımı sandı, ben de hiç bozmadım.
Yavaş yavaş hostele doğru yürürken, yol üstündeki alışveriş merkezine uğrayalım dedik, belki kamp mazemesi vardır diye. Ama orada Ersoy'un aylardır aradığı hafızaları bulduk. O kadar fotoğrafa hafıza yetişmiyor haliyle. Ama her yerde öyle fahiş fiyatlar veriyorlar ki, artık umudumuzu kaybetmek üzereydik. Hani biraz fazla vermek tamam ama normal fiyatın en az beş katını istediler her yerde..Hafızaları da alıp yürüye yürüye hostele geldik. Benim için çamaşır yıkama zamanı..İki aydır her şeyi elde yıkamaya çalışmaktan canım çıktı. Üstelik öyle bembeyaz, pırıl pırıl olmalarını da beklemiyorum. Ama hava sıcak, en azından ter, toz gitsin üstlerinden. Bazı yerlerde duş altında bile yıkamaya çalıştım. Çok az yerde çamaşır yıkama servisi vardı, bazısına zaman yetmedi, bazısına ben vermek istemedim..Burada çamaşır makinelerini görünce seviçten uçtum. Kurutma falan yok, asmak lazım ama benim umurumda bile değil. Bir çırpıda ne varsa attım makineye, hatta giyeceğim kalmayınca günün geri kalanını üstümde bir pareoyla geçirdim.
Odada eşyaları toparlarken beş yıldır benimle her yere gelen sevgili kilidimi ve Ersoy'un bana aldığı el fenerini kaybettiğimi farkettim. Ben ne kadar yanlış olsa da bazı eşyalarıma fazla bağlanıyorum anaşılan..O kilidin aynısını yıllardır her yerde arıyorum, yok. Fenerse pahalı olmamasına rağmen Ersoy aldığı için kıymetliydi benim için. Kimbilir nerede düşürdüm?? Bazen kendimi kaybetmediğime dua ediyorum ya zaten, boşuna değil..
O moral bozukluğu, üstüne de yorgunluk gelince akşamüstü uyuyakalmışım. Ersoy'a da akşam yemeği için kalkarım dedim ama ne kadar uğraştıysa da beni kaldıramamış. Ertesi güne kadar on beş saatten fazla deliksiz uyumuşum.
Cabs ofisinden Helena bugün uyanınca onu aramamızı, bizi alması için araba göndereceğini söylemişti. Biz de kalkınca tarçınlı pancake ve çaylarımızı mideye indirip, aradık. Onbeş dakikada gelir dediği araba tam 45 dakika sonra geldi. Şöför yeniymiş, yolu kaybetmiş. Off Afrika off..Bu adamlar bit kadar şehirde bile yolunu kaybedebiliyorsa, işleri çok zor valla..
Ofiste Helena ile kağıt işlerini hallettikten sonra arabaya bakmaya çıktık. Kocaman bir Nissan kamyonet. Önde iki kişilik oturma yeri var, arkası pencereli bir kanopi. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz gökgürültüsü gibi bir ses geldi, eyvah dedim, dakka bir gol bir arabaya bir şey yaptım. Biraz sonra kafama dank etti ne sesi olduğu. Ne olacak? Motorun normal sesi. Ama yıllar önce sevgili Ford'um satıldığından beri böyle motor sesi duymamıştım, hoşuma gitti.
Arabayı bir süre orada bırakıp, Milli Parklar rezervasyon ofisine gittik. Her yer için önceden rezervasyon gerekiyor diyorlar ya. Bu gece için Windhoek'ten fazla uzak olmayan, Hardap Barajı Milli Parkı'nda yer aldık. Daha uzağa gidemeyiz diye düşünmüştük o an.
Oradan çıkıp şu yeni, büyük alışveriş merkezini fazla zorlanmadan bulduk. Oradaki süpermarkette kamp malzemelerinin ucuz olduğunu söylemişti Hollandalı kızlar. Doğruymuş. Uyku tulumlarının tanesine yirmi, çadıraysa otuz lira verip, mat vs..gibi ufak tefekleri de alıp, çıktık.
280 km kadar sonra Hardap Barajı'na vardığımızdaysa daha havanın kararmasına çok zaman oduğunu farkettik. Yeri de pek fazla beğenmediğimiz için otuz lirayı yakıp, daha güneye inmeye karar verdik. Tabii bu arada milli park girişini de ödemiş bulunduğumuz için bu beğenmeme bize elli liraya maloldu. Olsun, arada olur böyle şeyler deyip yola devam ettik. Amaç en az Keetmanshoop'a kadar inmek, bu da 500 kilometre kadar bir yol yapıyor. Ama Namibya'da, ana yolarda hız sınırı 120 olduğu için hiç sorun değil. Zaten biz hızı fazla abartmasak da buralılar çok abarttığı için bizim 120 hızımız bile yavaş kalıyor. Bir de üstüne burası B tipi karayolu, üstüne de Windhoek- Güney Afrika arası anayol olduğu için yol gayet düzgün.
Keetmanshoop'a yaklaşırken hava kararmaya başladı, kalacak yer bulmak lazım. Şehirde kalacak yerler var ama fiyatlar el yakıyor. Zaten bizim aradığımız bir kamping. Arabada yatmaya kararlıyız ya. Sonunda sağ tarafta Garas Camping diye bir tabela gördük. Tam anlamıyla hiçbir yerin ortasında toprak bir yol, çöle doğru gidiyor. Şansımızı deneyelim deyip daldık yola. Işık falan yok ama yol kenarındaki garip kuklaları görünce mutlaka birileri vardır deyip devam ettik. Kamp yerine geldiğimizde hala biraz ışık vardı. Gerçekten hayatımda gördüğüm en garip yerlerden birinde buldum kendimi. Etrafta gün batımının ışığında garip gölgeler veren Quiver ağaçları, kayalar ve çeşitli eski motor, hatta bilgisayar parçalarından yapılmış kuklalar, doğaüstü yaratıklar gördüm. Burası neresi, kalsak mı gitsek mi derken ilerdeki eski karavandan kısa boylu bir yerli çıktı. Kırık dökük ingilizcesiyle arabayı parkettirip, tuvaletleri gösterdi. Tam bir film platosu!! Bir de üstüne “Şu an sadece sizsiniz, hangi tuvaletleri kullandığınız farketmez ama başka otobüs gelirse burası kadınlar, burası erkekler için demez mi?” Yerlere yatıyordum neredeyse. Bu saatte ne otobüsü olur ki? Bence araba demeye çalıştı ya, bu saatten sonra zaten farketmez.
Adamcağız gittikten sonra biz de yerleşmeye başladık. Aslında yerleşecek fazla da birşey yok ama uyku tulumlarını açıp hazırladık, camları açıp bugün üç kuruşa aldığım tülleri bantladık falan. Saat daha erkendi ama gün dolu dolu geçince, üstüne çölün ortasında yapayalnız sessizlikte kalınca yapacak fazla birşey yok burada. Ersoy yatınca ben kafa lambamı alıp Intarrail bursunun ilk finalistlerinin zar zor basmayı becerdiğim ilk bölümünün yazılarını okumaya başladım.
İlk başta gerçekten zor geldi okumak. Genç insanlar hayallerini dökmüşler kağıda. Bense o hayalleri yıllar önce gerçekleştirmiş, başka hayallerin peşinde koşuyorum hala. O yaşlarda, o zamanlarda böyle birşey görsem, ben de benzer şeyler yazardım mutlaka. Zaman çabuk geçmiş..Ne zaman gittim ben o kadar yere, hangi arada becerdim o kadar gezmeyi diye düşünüyorum şu andaki halime bakınca. Gelmişim ,Namibya'nın göbeğinde, etrafta Ersoy ve kampingin sahibi çift dışında kimse olmadan insanların hayallerini okuyup çölde yıldız seyrediyorum. Üstelik bir kamyonetin arka tarafında, elektrik, telefon, hatta ses olmaksızın.
Şu anda dünyanın en şanslı ve en mutlu insanı benim.
Ve bunu hatırlatan herkese çok ama çok teşekkür ederim...

Hiç yorum yok: