Sayfalar

27 Şubat 2010 Cumartesi

LÜDERİTZ

O kadar sessiz, sakin bir yerde uyuyunca sabahın köründe kalkıverdik. Kahvaltıyı falan boşverip hemen yola çıkalım dedik. Aslında niyetlensek kahvaltı için fazla da birşeyimiz yoktu zaten. Adamcağız da kalkıp bize bakmaya geldi. O sırada tuvaletleri gündüz gözüyle görmeye fırsatım oldu. Nasıl temiz, nasıl da güzeller. Üstelik gerçekten dağın başı burası. Ama tuvalet kağıdı, sifon bile eksik değil.Bizimkilerin bu adamdan tuvalet dersi alması lazım fena halde.
Yola çıkarken hala emin değildik ama yolda bu kadar yakınına gelmişken bari o kadar anlattıkları Fish River Kanyonu'nu da görelim dedik. Aslında yolumuzu epey uzatıyor, gidiş geliş 300 km kadar ama dünyanın en büyük ikinci kanyonu deniyor. Biz de buna kanıp gidelim bari dedik. Hani gidilmeyen yerler her zaman en iyisidir ya...
Haritada gözüken yol kapalıymış, tabii işaret falan yok. Haritada Seeheim diye bir köy gözüküyor, gidip onlara soralım dedik ama...Seeheim diye bir köy falan yok. Olan sadece bir otelcik, insan falan da yok ortalarda. Tam gidecekken ağılda hayvanları besleyen bir adam gördük de ona sorduk. Meğerse ana yol kapalı olduğu için epey geri gidip, baraj yolundan girmemiz gerekiyormuş. Yani C sınıfı bir yol yerine D'ye gireceğiz.
Burada A sınıfı yok zaten. Asfalt ama yollar B, bazısı toprak-ya da kum- olan ara yollar C ve onlardan hiçbir farkı olmayan yollar da D sınıfı demek. Arada C'de düzgün yol bulmak mümkün ama çoğunluğu toprak. Biz de bunu kanyona gitmeye çalışırken anladık..
Çölde bir garip yol bu, uzayıp gidiyor. Arada nehir geçişleri, virajlar var da uyuya kalmıyor insan. Ama hava çok sıcak. Bir kaç kilometrede bir geyikler, deve kuşları görüyoruz o kadar. Her bir saatte bir de bir araba. Buralarda yolda kalanın vay haline. Bir daha Aksaray- Konya arasına sıkıcı dersem...Anlayın işte..
Kanyon milli parkına vardığımızda artık neredeyse kaybolduğumuzdan emin olmak üzereydik. Kalalım mı kalmayalım mı derken, bir gidip şu kanyona bakalım dedik. Her zamanki giriş ücretini bayılıp, arada da otoparktaki ezilmiş akrebe bakıp manzara noktasına yola koyulduk. Ve ilk defa ufak araba yerine bu Nissan'ı kiralamakla ne kadar doğru bir karar verdiğimizin farkına vardık. Normal arabayla gitmek mümkün değilmiş, en azından lastiklerden birini hatta birkaçını yolda bırakmadan.
Söylemesi kolay olan üçyüz kilometre fazladan yapıp ne mi gördük? Hiç sormayın. Bencehiçbir şey..Yağmur mevsiminde!! olduğumuz için şu an kanyon trekkinge kapalı. Açık olsa ne olacak hiç bilemiyorum. Kim ister ki susuz çölde beş gün yürümeyi? En azından ben değil. Karşılaştırmayı hiç sevmem ama burası yerine Ihlara'ya onbininci kez gitmek kesinlike daha eğlenceli olurdu.
Zaman da olunca hemen çıkıp, geceyi Lüderitz'de, deniz kenarında geçirmeye karar verdik.Burayı bize Windhoek'te tanıştığımız bir çift tavsiye etmişti. Onlar da kanyona gelmişler, görecek birşey bulamayıp hemen yakındaki öbür milli parka gitmeye karar vermişler, Ai-Ais kaplıcaları denen yere. Orası da meğer en pahalı yerlerden biriymiş. Oradan çıkıp, Orange nehri kıyısında durmuşlar. Macera ya, arabayı bırakıp nehre dalmışlar. Ben kendilerine “ay, timsahtan korkmuyormusunuz?” diye gereksiz sorular hiç sormadım. Zaten timsah değil, maymun saldırısına uğramışlar. Onlar nehirde keyif yaparken babunlar uğramış. Heryeri kilitli bulup, içerdeki yiyecek kokusunu da alınca olan arabaya olmuş, silecek, yan ayna, hepsi paramparça. Nehir keyfi biraz pahalıya patlamış bizimkilere..
Bu arada bu çiftle tanıştığımda hala Angola vizesi için Angola'da birilerinden davet mektubu bekliyorlardı. Buradaki konsolosluğa ilk başvurduklarında bizimkileri direk sınıra yönlendirip, vizeyi oradan alabilirsiniz demişler. Onlar da gitmiş ama meğer vize öyle sınırdan falan alınamıyormuş. Gerisin geri Windhoek'e geri dönmüşler. Angola da aynı Libya gibi, illa davetiye istiyor. Biz muhabbet ederken davetiyenin yollandığı haberi geldi ama bu sefer de faksın olduğu ofisi açması için müdürü beklemeleri gerekti. Biz o arada yola çıktık. Umarım alabilmişlerdir. Çok tatlı insanlardı..
Tekrar Lüderitz yoluna çıktık. Hala asfalt yoldayız. Hazır arabayı Ersoy kullanıyorken ben de ufak bir siesta yaptım. Tangır tungur 150 kilometre nasıl uyuduğumu sormayın. Yılların alışkanlığı. Yol bozuk falan demeden uyuyuveriyorum.
Haritada Aus denen bir kasaba gözüküyordu. Ama geldiğimizde kasaba falan değil, üç-beş evden oluşan bir köy olduğunu gördük. Hava sıcaklığı iyice artmaya başlamıştı ama Aus'tan sonra iyice çıldırdı. Camlar kapalı, sadece arada ben bir sigara tüttürmek istediğimde açtım. Klima sonuna kadar çalıştığı halde yetmemeye başladı. Bir anda etraf değişti, tam anlamıyla bir çöl haline geldi. Çok ilginç gerçekten. Burada denize yaklaştıkça çöl iklimi ağır basmaya başlıyor.
Sıcak derken, yolda kalmış bir araba gördük. Tek başına bir zenci adam. Durmamızı işaret etti, duralım durmayalım derken frene bastık, geri gidip bakalım dedik. Meğer adamın arabası sıcaktan yolda kalmış, zavallının bizden tek istediği de su. Son kalan serin -artık soğuk falan değil- ona verip yola devam ettik.
Bu arada adamcağız da tam yasak bölge sınırında kalmış. Yasak bölge derken askeri falan değil. Elmas bölgesi. Aus'tan itibaren, sahile kadar arabadan inmek bile yasak. Etrafta kimse yokmuş gibi görünse de devriyeler var. Ne de olsa dünyanın en zengin elmas madenleri burada. Adamlar yılda milyonlarca karat taş çıkartıyor. Anlayacağınız elmas buralarda çakıl taşı gibi bir şey. Ama sakın ola durup arayayım demeyin çünkü ateş etmek onlar için normal. Helikopterler bile var dolanan. Üstelik ham elmas o pırıl pırıl taşlara hiç benzemez. Tanımayan biri için Hiçbir anlamı yoktur. Öyle parlamaz, kendini göstermez. O yüzden eğer taşlardan anlamıyorsanız, gidenlere tavsiyem, kendinizi hiç riske atmayın. Gidin bir kuyumcuya, bayılın paracıkları, alın taşınızı. Ben?..O ayrı hikaye. Benim taşları ne kadar sevdiğimi biliyormuydunuz?
Ama işin ilginç tarafı, etraf o kadar sıcak ve kuru olmasına rağmen burada yabani atlar yaşıyor, hemen yol kenarlarında bir sürü at var. Çok da güzel hayvanlar. Yıllar önce sahiplerinin giderken almadığı atların torunları. Güzel güzel yaşayıp gidiyorlar burada işte.
Akşamüstüne doğru Lüderitz'e geldik. Bir an kendimi Almanya'da gibi hissettim. Küçük bir kasaba ama ortada bir tek kişi bile yok. Günleri karıştırdığımız için pazar olduğuna karar verdik. Her yer kapalı zaten. Benzinimizi doldurup, Angola'ya gitmeye çalışan çiftin önerdiği Diaz Point'e doğru yola çıktık. Buradan yaklaşık on kilometre ötede ve yasak bölgenin hemen sınırında kalıyor. Oraya giden yola sapar sapmaz manzara yine değişti. Her yer volkanik kayalarla kaplı, siyah ve kömürleşmiş kayalar pırıl pırıl parlıyor. Pırıltı dışında tam bir ay manzarası. Tabii, aydaki yollarda kesin “Arabadan inmek yasaktır” tabelaları yoktur. Paranoyak olmuş adamlar.
Şimdi kömür ve elmas ne hikaye derseniz..Aslında ikisi de aynı şeydir, yani karbon. Karbon saflaştıkça daha iyi yanar, kalitesiz kömür de o yüzden kalitesizdir, içine bir sürü başka madde karışmıştır. Elmas ise karbonun en saf halidir diyebilirim. Ama bir yerde kömür olması elmas olması anlamına gelmez..Elmasın oluşumu için çok daha yüksek ısı ve basınç gerekir. O yüzden lütfen kömür madenlerinde elmas aramaya kalkmayın..Ama elmas yakabilsek, dünya çok daha temiz olurdu kesinlikle.
Evet, elmas yanar. Hem de nasıl yanar. Nereden mi biliyorum? Annem anlatmıştı ben çok küçükken. Bana Cahide Sonku'yu anlatırken bir ara evinin yandığını söylemişti. Bense saf saf neden mücevherlerini yangından sonra çıkarmadıklarını sorunca anlatmıştı elmasın hikayesini. Yani yaşasın annem,ayaklı ansiklopedim benim. Tabii çoook daha sonraları ben de elmaslara merak saracak kadar büyüdüm..
Neyse bırakalım taşları Cape Diaz'a gelelim. Burası kesinlikle iyi ki geldik dediğim yerlerden biri oldu. Tam deniz kenarındaydık. İlerde foklar ve Diaz'ın ilk karaya çıktığı yer. Ama deniz kenarı derken yanlış anlamayın, burası tropik bir cennet asla değil. Hatta tam tersi, o kadar vahşi bir güzelliği var ki.
Burada yaşlıca bir Alman amca işletiyor kampingi. Taştan güzel, korunaklı yerler yapmışlar. Çadır bile kurmadan uyumak mümkün. Üstlerinde gölgelik bile var. Tuvaletler her zamanki gibi tertemiz, sadec duş yapmak istediğin saati söylemek lazım çünkü burada da suyu odunla ısıtıyorlar. Tek sorun bizim yiyecek birşeyimiz olmamasıydı..Ama arabayı yerleştirdikten sonra amca bize peynirli, ham'li, domatesli tostlar yaptı. Onları porselen bir tabağa koyup bir güzel de alüminyum folyoyla kapladı. Yanına da Birkaç bira alıp kamp yerimize götürdüm. Ersoy fotoğraf çekerken ben de gidip duşumu yaptım. Ama anlaşılan su daha ısınmamış, soğuk suyla idare ettim. Benden sonr giden Ersoysa suyun nasıl da sıcacık olduğunu anlatıp durdu.
Ufak bir masamız olmasına rağmen, akşam yemeğimiz olan tost ve biralarımızı alıp yere serdiğimiz pareonun üstüne yayılıp mum ve dolunay ışığında yedik. Karşımızdaki manzara o kadar güzeldi ki.
Güneş tam arkamızda batmışken dolunay yine denizin üstünden karşımızda doğuyordu. Sağımızda deniz feneri, ayın ışığına inat binlerce yıldız ve deniz...İnsan daha başka ne ister ki hayattan?
Hayatımın en güzel uykularından birini uyudum o gece de..

Hiç yorum yok: