Sayfalar

7 Mart 2010 Pazar

HİMBALAR

Bugün yine zar zor uyandım. O kadar yolculuğun acısı yavaş yavaş çıkmaya başladı. O kadar uykum var ki..Ama eve dönünce uyurum diye teselli ediyorum kendimi. Her gün Namibya'ya gelecek halimiz yok ya..
Dün rehberi bugün sekizde çağırdık ya, sekiz olmadan ikimiz de hazır, beklemeye başladık. Ama gelen giden yok. Resepsiyondaki kızcağız en sonunda geldi, rehberin gelmeyeceğini, bizi o yüzden Winston'un götüreceğini söyledi. Ne diyeyim, içim rahatladı doğrusu..Zaten böyle insanların özel hayatına dalmak, hele de fotoğraflarını çekmek konusunda hiç rahat değil içim. Sanki onları müzedeymiş gibi görmekten hiç hoşlanmıyorum. Hele de bana ters davranırlarsa -ki hiç şaşırmam- ne yapacağımı bilemiyorum. Sanki onları insanlıklarından soyutluyormuşum gibi geliyor. Ama Ersoy Afrika fikri çıktığından beri Himbalardan bahsediyor. O yüzden çare yok, gidilecek..
Önde sadece iki kişilik yer olduğu için beyleri önde bırakıp, ben arkaya atladım. Buraya epey alıştım zaten, hatırlarsanız Sesriem'de yolda giderken, burada uyumuşluğum bile var. Fena halde sallanıyor, çok da gürültü var ama camları açınca hem hava geliyor, hem de sigara bile içebiliyorum. Onbeş kilometre yol, belki popom erir biraz sallantıdan dedim.
Önce markete uğramamız lazımdı. Ziyarete giderken para değil, hediye götürmek gerekiyormuş...Hatta iyice uzaktaki kabilelere gidenler hastaneye uğrarlarsa, hastane onlara kabilelere götürmeleri için ilaç ve malzeme bile veriyor ücretsiz. Bunun bile ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum çünkü onları biraz tanıdıktan sonra anladım ki, ihtiyaçları olan her şey doğada zaten var ve onları nasıl bulup, nasıl kullanacaklarını çok iyi biliyorlar. Bizim süper teknoloji ilaçlarımıza ihtiyaçları yok. Önce gittiğimiz süpermarket kapalıydı. Anlaşılan dün gece fazla içtikleri için açamamışlar bugün. Çalışanların çoğu işe gelmeyince...Dün gece köyden gelen gürültülerden belliydi zaten bugün çoğunluğun ayılamayacağı..
Ersoy arabada beklerken biz alışverişi hallettik. Winston tam olarak neler almamız gerektiğini çok iyi biliyor. Derdi bana para harcatmak değil, hatta ben bazı şeylerin pahalısını almaya kalkışınca beni uyardığı çok oldu. Sonuçta aldıklarımız şöyle: Mısır unu, şeker, çocuklara şeker (ucuzunu almaya kıyamadım), çay, ekmek, tütün ve vazelin..Tütün belki iyi bir şey değil ama kullanıyorlarsa ve değer veriyorlarsa biz kim oluyoruz ki karışalım. Kimse kimsenin adına karar verme hakkına sahip değil..
Vazelini daha sonra açıklayayım:))
Bu arada Ersoy her zamanki gibi park yerindeki çocuklara arabadaki bisküvileri dağıtmakla meşgulmüş. Yalnız bırakmaya hiç gelmiyor, bir gün gelip eşyaların hepsini dağıttığını görürsem şaşırmam. Çocuk olunca kıyamıyor işte..
Tekrar arabaya binip, çok bozuk bir yoldan yaklaşık yirmi kilometre kadar gittikten sonra sola sapıp, iyice arazinin içine kadar girdik. Orada burada ufak kulübeler vardı. Biraz gittikten sonra durduk, Winston bize beklememizi, önce izin alması gerektiğini söyledi. Biraz sonra döndü, bize “Gelin” dedi. Utana sıkıla indim arabadan. Bizi önce şefle tanıştırmaya götürdü. Ama ilk olarak herkesi nasıl selamlamamız gerektiğini de öğretti: Morro,morro..Bu köy tamamen şefe ait. Her kulübe bir karısının, yani aslında bütün köy bir aile. Çocukları büyüyüp, ergenliğe ulaşınca kendilerine ayrı bir kulübe yapıyorlar. O yüzden bunun gibi bir sürü köy var. Büyüklükleri de şefin kaç karısı olduğuna göre değişiyor.
Aile yapısı çok ilginç. Bu tip yapıya dünyada sadece birkaç yerde rastlanıyor. Örneğin bir oğul, babasının değil, dayısının mirasını alabiliyor. İnanç sistemleri de ilginç. Mukuru adında tek bir tanrıya inanıyorlar ve tanrıları ve atalarıyla kutsal bir ateş aracılığıyla haberleşiyorlar. Ama benim en çok hoşuma giden şey tanrılarının asla cezalandırmaması. Mukuru insanları sadece kutsuyor ama atalarının ruhlarının cezalandırma gücü de var..
Himbalar Afrika'nın en ünlü kabilelerinden biri..Sebebi de bir çoğunun hala eski usulde yaşamaya devam etmeleri ve kadınlarının süslenme şekilleri. Kadınlar vücutlarını kırmızı toprak ve tereyağı karışımından yaptıkları bir boyayla boyuyorlar. Saçlarını da örüp, yine bu karışımla sıvıyorlar. Bu boya ciltlerine çok güzel bir kırmızılık veriyor. Nasıl yıkanıyorlar diye hiç sormayın, çünkü hayatları boyunca hiç yıkanmıyorlar. Sadece gerektiğinde ellerini kumla ovalayarak temizliyorlar. Bu boyanın elde edildiği toprak ta Angola sınırından içerde kalan bir bölgeden getiriliyor. Onca yolu boya gerektikçe yürüyerek gidip geliyorlarmış..
Buraya gelirken Ersoy bu kabileyle ilgili bir yazı okumuş, bizim bir Türk gezgine göre pek fena kokuyorlarmış..Yalan valla..Zaten tereyağını aynı zamanda yemek için de kullandıklarından arada onun yerine vazelin kullanmaya başlamışlar. (Bakınız: Vazelin:))) Üstelik yerli, ilkel olabilirler ama bitki köklerini yakarak tütsülendikleri ve epey de iyi kokan bir parfüm bile kullanıyorlar.
Burada hemen her işi kadınlar yapıyor, erkekler avlanmak gibi işlerle uğraşıyorlar sadece. Ana besin kaynakları da keçi sürüleri.
Almanlar nasıl becermişse, burada da 1900'lerin başında çok büyük bir katliam yapmış. Arada başlarında boynuz varmış gibi şapkalar olan kadınlar göreceksiniz, bunlar Herero kabilesinden..Ne yazık ki üçüncü önemli kabile olan Nama'lardan ayırdedici bir fotoğraf yok elimde..
Sonuç olarak olan şu: Almanlar 1800'lerde Afrika'da yayılmaya başladıklarında yerlilerle çeşitli anlaşmalar yaparak bazı arazileri çiftlikler haline getiriyorlar. Ancak bu kolonileşme sürecinde zamanla su, toprak hakları ve yerlilere resmi olarak ayrımcılık yapılması sorunlara sebep oluyor ve 1904 yılında Herero'larla başlayarak bölgedeki yerliler ayaklanıyorlar..
Bu sırada Almanlar ayaklanmayı bastırması için bölgeye Lothar von Trotha'yı gönderirler. Von Trotha da yerlilerden kurtulmak için bir katliam başlatır. Önce Herero'ların üç tarafını sararak, onları Kalahari Çölü'ne çekilmeye zorlar, çevredeki bütün su kuyularını zehirletmeyi de unutmaz. İşin ilginç tarafı Alman komutan askerlerine gördükleri her yerliyi kadın, çocuk ayırdetmeden öldürmelerini emrederken, vahşi dedikleri yerliler askerler dışında kimseye dokunmazlar. Hatta rahiplere bile. Zaten o rahiplerden bir kısmı daha sonra yerlilerle işbirliği yaptıkları şüphesiyle sorguya çekilirler..
Ölenlerin tam sayısı bilinmiyor ama Namaların %50'si olan 10.000 kişinin, 65.000 Herero'nun ve yine binlerce Himba'nın katledildiği tahmin ediliyor.

Kurtulanların çoğu da toplama kamplarında ağır çalışma şartları, yetersiz beslenme ve hastalıklardan hayatını kaybediyor.
Başlarına gelen bu kadarla da kalmıyor. 1980'lerde başlayan bir kuraklıkta hayvanlarının hemen hepsini kaybeden Himbalar ancak Uluslar arası yardım örgütleri sayesinda ayakta kalabiliyorlar.
Bugünkü durumları da karmakarışık. Bir kısmı Opuwo'daki gecekondularda yaşayıp, turistlere para karşılığı fotoğraf çektiriyorlar. Kadınlar da dahil olmak üzere bir sürüsü fena halde alkolik..Hatta alkol için kendini satanlar bile var. Bir kısmının toprağı milli park sınırları içinde kalmış, tam olarak eskisi gibi olmasa da rahat bir yaşamları var. Bir kısmı ise turistik köylerde yaşayıp, büyük acenta müşterilerine gösteri yapıyorlar.
Bir de bizim gittiğimiz köy gibi hala eski hayat tarzını yaşatmayı başaran şanslı yerliler var. Kendileri ne derler bilemiyorum ama gördüğüm yüzler hiç de şikayetçi değildi, aksine birkaç genç dışında hallerinden pek memnun, hatta gururlu gözüküyorlardı.
Ufaklıkların ilgisini en çok benim göğüslerim çekti, bakıp durdular. Annelerininki gibi açık değil ya..Eminim çatlamışlardır meraktan..
En çok güldüğümüz şeyse, sevmek istediğim bir ufaklığın korkudan ağlamaya başlaması oldu. Meğer bebecik hayatında ilk defa beyaz insan görüyormuş:))

Önce şefle tanıştık. Ben adama bayıldım. Gözlerindeki muzip, keyifli ifadeyi çok az insanda gördüm doğrusu..Kendi kulübesinin önünde bir kamp sandalyesine oturmuş, ok yontuyor. Yanında da yere çömelmiş birkaç arkadaşı. Bizim Anadolu köylerinden pek de farklı değil anlayacağınız. Sonra ilk karısıyla tanıştık. Karıları arasında en yaşlı olanı ve köyün en büyük kulübesi onun. Tam kutsal ateşin ve hayvan ağılının karşısına kurulmuş. Öyle canının istediği gibi girip çıkamıyorsun, soldan girip, soldan çıkmak lazım. Kendisi aslında köyün tam anlamıyla hanım sultanı, anladığım kadarıyla şeften bile güçlü, ona sormadan hiçbir şey yapılmıyor. Bu bana hiç garip gelmedi. Daha önce de kiminle konuştuysak, bize ana dilinden, annesinin ailesinden bahsetti. Anaerkil toplum budur işte! Afrika'nın gerçeği..
Sonra yavaş yavaş köyü dolaştık. Winston bize gerektiğinde tercümanlık yaptı, gerektiğinde açıkladı. Meydanda bir sürü hayvan kemiği gördük, meğer bu şefin abisi olan eski şef daha birkaç hafta önce ölmüş, onun cenazesi için de bir sürü konuk gelmiş. Onları beslemek için kesmişler hayvanları. Bir kabilede biri öldüğünde meğer diğer kabilelerden insanlar onları teselli etmek için gelir, bir süre kalırlarmış. O ziyaretten artakalanlarda bu kemikler ve kola şişeleri. Alkol görmemek hoşuma gitti aslında. Biz ayrılırken bir grup kadın da başka bir köydeki cenazeye gitmek için sıra halinde köyden ayrılıyorlardı.

Hediyelerimizi köyden ayrılmadan hemen önce verdik. Arabaya kadar bizimle şefin en genç eşi olan güzel kız ve bazı çocuklar geldi. Ben arabaya tırmanmış, eşyaları verirken bana marketten aldığım şişe suyu gösterdi. Ben de ona hediye ettim. O kadar sevindi ki, bana bileğinden çıkarttığı mavi bir bileziği hediye etti..Onun için ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum, sanıyorum epey bir zaman kolumdan çıkarmayacağım..
Opuwo'ya yine ben arkada, beyler önde döndük. Winston'u Oreness kampa bırakıp, benzinimizi alıp tekrar yola koyulduk. Çok geç kaldık, bugün hala çok yolumuz vardı ama kesinlikle değdi..Hayat illa ki bildiğimiz gibi olmak zorunda değil, bir kere daha anladım..
Buradan sonrasını Etosha'yı anlatırken yazayım artık..
BİRAZ DAHA TARİH İSTEYENLERE:
Afrika'da yerlilerin ve atadan kalan topraklarının durumu karmakarışık. Himba'lar dediğim gibi yaşayıp giderken Nama'ların topraklarının büyük bölümü Richtersveld Milli Kampı içinde kaldı ve bu bölgede bir kısmı hala eski usulde hayatlarını sürdürüyorlar..
Herero'lar ise aynı Himpalar gibi ayrı ayrı yerlerde, düzenlerde..
Ancak soykırımın 100. yılında Alman Hükümeti Afrika yerlilerinden yapmış oldukları hatalar için resmi olarak özür diledi ve yaptıklarının soykırıma eşit olduğunu kabul etti. Namibya Hükümeti'ne de ekonomik yardımda bulunma sözü verdi ve bu sözünü de tuttuğu söyleniyor.
1933'te Nazi hükümeti Münih'te bir caddeye "Von Trotha Straße" adını vermişti, ancak 2006'da Münih Şehir Konseyi caddenin adını resmi olarak "Herero Straße" olarak değiştirdi.
Von Trotha ailesinin yaşayan bireyleri ise 2007'de kabileyi ziyaret ederek, geçmişte olanlar yüzünden ne kadar üzgün olduklarını belirttiler..
Bu özürler Bir şey değiştirir mi, bir anlam ifade eder mi bilemiyorum ama en azından bunu yapmayı akıl edebilmeleri bile bence iyi bir gelişme...

Hiç yorum yok: