Sayfalar

6 Mart 2010 Cumartesi

DAMARALAND'DEN KAOKOLAND'E

Sabah Twyfelfontein Açık Hava Müzesi'ni gezmek için erkenden yola çıktık, zaten kaldığımız yere 12 km mesafede. Burada bazıları altı bi yıllık petroglifler ( kaya resimleri) var ve Unesco sitesi ilan edilmiş. Bu kadar gelmişken görmek lazım..
Kamptan çıkar çıkmaz yol üstünde bir grup insana rastladık, otostop çekiyorlar. Hepsinde resmi kıyafet var, durduğumuzda bir de baktık ki müze görevlileri ve rehberler. Her gün o kadar yolu yürümektense bizim gibi ilk gelen turistlere otostop yapıp gidiyorlar müzeye. Müzeyi de açanlar onlar oldukları ve rehberle gezmek gerektiği için ilk gidenler çalışanları da almak zorunda..Çok hoşuma gitti bu iş.
Durduk, arka taraf derli toplu şansımıza. Eşyaları tozdan koruyabilmek için her sabah toparlıyoruz zaten. Sıkışıverdiler yedi- sekiz kişi arabaya. Müzeye geldiğimizde de içlerinden hangisi bize rehber olacak acaba derken, kızlardan biri çıktı..Namibya'da bu tip yerlerde giriş ücretini ödediğiniz anda kaç kişi olduğunuza bakılmadan size ayrı bir rehber veriyorlar. Öyle grup olsun, sayı olsun diye falan beklenmiyor.
Tura başlarken rehberimiz – çok üzgünüm ama adını unuttum- hangi turu istediğimizi sordu. Ya uzun olan ve 45 dk kadar süren “Lion Man” yani aslan adam, ya da kısa tur olan “Dancing Kudu” yani danseden kudu. Buraya kadar gelmişken uzun olanı yapalım dedik. İne çıka gezmeye başladık. Gezdikçe de kızımız anlattı. Bu resimler 2 ila 6 bin yıl önce yapılmış, yapanlar da bushmen denilen , Afrika'nın bu bölümünün en eski yerlileri. Göçmen olarak yaşamışlar, avcı- toplayıcı kabilelerden oluşuyorlar ve buralardan taa okyanusa kadar gidip gelmişler. En azından resimlerdeki penguen ve fok figürlerini böyle açıklıyorlar..Bizim arabayla gitmemiz bile saatler almışken, çöllerde nasıl yolculuk yaptıklarını aklı almıyor insanın..Ta ki bizim kupkuru gördüğümüz yerlerde nasıl su buldukları hakkında birkaç şey öğrenene kadar.
İşin aslı Bushmen denilen kabilelerin aslının tam olarak ne olduğu konusunda bilimadamları bile anlaşamıyor. Şu anda Güney Afrika'da resmi olarak kabul gören isimleri “San”. Güney Afrika derken burada ülkeyi değil, bölgeyi kastediyorum. Tabii ki bu tartışmaların arkasında bir çok politik ve ekonomik sebep de var. San'lar eski av sahalarını geri istiyor. Ama bu sahaların bir kısmı o bölgedeki birçok ülke için çok önemli bir gelir kaynağı olan milli parkların içinde kalmış, bir kısmında uluslararası şirketler maden çıkarıyor, kalanının çoğu ise beyazlara ait çiftliklerin içinde kalmış. En son 2006'da Botswana'da devlete karşı açtıkları davayı kazanmalarına rağmen çok azı geri dönebilmiş artık Kalahari'de milli park ilan edilmiş topraklarına. Zaten davayı kazansalar da çoğunluğu artık hayvancılık yaptığı için pek de bir anlamı kalmamış..Bu arada sözü edilen toprağın Danimarka büyüklüğünde olduğunu da ekleyeyim..

İşte bir saate yakın rehberimiz bizi böyle bir kültürün atalarının topraklarında gezdirdi. Burada yıllar önce bir beyaz adam çiftlik kurmuş, hem de sadece günde bir metre küp su veren bir su kaynağı olduğu için. O yüzden de adı “Şüpheli kuyu”. Su çıkıp çıkmayacağı belli değil ya.. Aslında burayı gezmek o kadar da uzun sürmezdi ama kadıncağız bazı yerleri tırmanmakta çok zorlandı. Hele basamakları çıkarken ne kadar zorlandığını, bacaklarının ne kadar ince olduğunu ve harcadığı güçten titrediğini farkedince şaşırdım işin doğrusu. Sonradan düşündüm, AIDS olması çok olası...Ya da başka bir hastalık. Ne olursa olsun, hasta olduğu her halinden belliydi..

Oradan çıkarken bu sefer de bir güvenlik görevlisini aldık arabaya. Kampa dönecekmiş, biz yol üstünde şu ünlü “Organ Pipes”a ( Org tüpleri gibi bir şey) uğrayacağız, ama yine de beklemektense bizimle gelmek istedi. Bizden başka sadece yeni gelmiş bir araba daha vardı. Erken geldik ya. Ama iyi ki de gelmişiz, sabahın o köründe bile hava yakmaya başlamıştı.
Birkaç kilometre sonra tabelayı gördük, sola girdik..Çok ünlü ya kocaman birşey bekliyoruz. LP yalanlarından biri. Kuru nehir yatağında boruya benzeyen minnacık dolomitler. Tam bir vakit kaybı. Dün boşuna aramışız, güvenlik görevlisi göstermese, geçip giderdik yine yanlış yere geldik diye..

Kamp kapısında durup adamcağızı indirip, tekrar Khorixas'a doğru yola çıktık. Yol haritada hemen hemen aynı gibi görünüyor ama biz biraz daha uzun olmasına rağmen asfalt gibi görünen yolu tercih ettik..Asfalt falan olmadığını artık geri dönecek noktayı geçtikten sonra farkettik ne yazık ki..Neyse deyip, benzinimizi doldurup yola devam ettik. Yine yüzlerce kilometre..
Opuwo'ya yani Kaoko topraklarına kadar sorunsuz geldik. Yine her zamanki terane. Toprak yollar, bomboş araziler. Ama ortalık epey yeşillendi en azından, çöl falan görülmüyor buralarda. Hatta aralarda ufak tefek zebra falan bile vardı. Aslında burada fil sürüleri olduğunu biliyorum, hatta iki gün önce buralarda bir köyde insan bile öldürmüşler ama şansımıza biz rastlamadık..İnsanla hayvanların toprakları birbirine girince böyle oluyor işte. Aç, susuz kalan hayvanlar köylere dadanıyor. Onların suçu da değil. İnsan işgalci burada..
Akşamüstü gibi Opuwo'ya vardık..Namibya'nın kuzeyinde Himba görecek çok yer var, hatta buraya kadar gelmeseniz de olur ama buralara kadar gelen çok az turist olması bizim gelmek istememizin en büyük sebeplerinden biriydi. Nasıl aslanları çiftlikte görmek saçmaysa (benim çita olayım gibi), insanları da yapma köylerde görmek saçma...Hiç görmemeyi tercih ederim..Belgeseller var nasılsa, orada turistik köylerden daha doğallar..
Opuwo haritada şehir gibi gözükse de ufak bir köy aslında. Tek farkı bir hastane ve iki süpermarketinin olması..Kalmayı düşündüğümüz yeri üç tur atıp bulamayınca, kapandığına karar verdik. Sorduğumuz hiç kimsenin de bir fikri yok. Böylece Oreness kampına gidip, arabamızı yerleştirdik. Artık çadır falan düşünmüyoruz bile, böylesi çok daha rahat geliyor..
Ersoy biraz siesta yapmaya karar verince, ben de biraz dolaşmaya çıktım. Ana yoldan yürürken arkama üç genç takılıverdi. Takılmaları, hatta laf atmaları bile umurumda değil ama resmen tacize başladılar. Hayatımda hiç o kadar kötü laflar duymamıştım işin doğrusu. Huzursuz olsam, hatta azıcık korksam da yürümeye devam ettim. Tam tahmin ettiğim gibi barın önüne gelince beni bırakıp, bara girdiler. Üniversal cumartesi gecesi hikayeleri işte. Herkes içmek için dışarda ve ortalıktaki tek beyaz kadın benim salak salak dolaşan. Kadın diyorum, çünkü daha önce bizim kampta gördüğüm beyaz adam da dışarda, yol kenarında bekleşen Himba kadınlarla muhabbet ediyor. Planımdan şaşmayıp, markete doğru gittim. Cumartesi akşamüstü olduğu için market kapalı ama köyün tek restoranı açık. Ufak bir mola verip, bahçeye oturup hoş geldin biramı içip, kampa geri döndüm.
Tam ufaktan rahatlamaya çalışıyordum ki, dışardan gelen sesler ilgimi çekti. Bir kız hüngür hüngür ağlıyor, iki adam da kötü ingilizceleriyle tartışıyor. Çitlerden bakınca bugün caddede gördüğüm, bizim kampta kalan yabancı olduğunu farkettim. Genç bir zenciyle tartışıyor, yanlarında da yere oturmuş ağlayan hamile bir kız. İyice kulak kesildim, bizim yabancının başı dertte sandım. Hani ihtiyacı olursa gidip yardım edeceğim. Ama konuşmalarından daha da ilginç birşeyler döndüğünü farkedince karışmamaya karar verdim. İlginç dediğim şey gerçekten de alışılmadık. Meğer genç adam hamile kız arkadaşını döverken bizimki müdahale etmiş, şimdi de akıl veriyor “Niye yapıyorsun çocuğum?” diye. Avrupalılar, hele de burada birileri birbirini öldürse karışmaz, bu adamsa işin ortasına atlamış. O yüzden ilginç ya. Epey bekledim ona birşey olmayacağına emin olana kadar yine de..İyilik yapan her zaman iyilik bulmuyor bu dünyada ne de olsa..
Kamp yerimiz çok rahat, yemyeşil, ufak bir çardağımız ve masamız bile var. Hatta Kruger'de gördüğüm, kocaman kabak gibi, en az iki kiloluk meyvaları olan sosis ağacı bile var. Tam keyif yapalım derken yağmur bastırmaz mı? Arabamıza sığınıp, yağmurun geçmesini bekledik. O arada da akşam iyice bastırınca klasik balık konservesiyle akşam yemeği işini hallettik. Artık ne balık konservesi, ne de kızarmış patates görmek istemiyorum!!!

Bar kaldığımız yere çok yakın. Aslında şeytan diyor uyut Ersoy'u git ama buralar gerçekten pek tekin değil. O yüzden ben de kaldığımız yerin barına/ resepsiyonuna gittim. Bizden başka kalan zaten bir o adam, bir de yaşlı beyaz bir adamla, genç, süper model misali zenci kız arkadaşı var. Sonradan kızı duşta gördüm, ağlayasım geldi. Kızın ne iş yaptığı apaçık, oysa Avrupa'da anında defilede bulurdu kendini..
Biralarımızı içerken bugün dışarda gördüğüm adamla muhabbete başlar başlamaz, İspanyol olduğunu farkettim. İspanyolca konuşmaya başlayınca nasıl da sevindi garibim. Yola çıktığından beri ana dilini konuşacak kimse bulamamış. Yürüyerek geziyormuş, arada da otostopla. Günde 30-40 km yürüyorum diyor. Sadece Kamerun'da soymuşlar ama diğer her yerde de uğraşmışlar. Ama buraya kadar nasıl sağ salim geldiği asıl konu. En sonunda yerlilerin onu deli sandıklarına karar verdim. Bizde de mecnuna kimse dokunmaz ya...Biz konuşurken Ersoy da geldi, o da üç beş kelam etti gariban Miguel ile.. O da kabilelere gidecekmiş ama biraz onlarla kalmak gibi bir niyeti var. Allah yardımcısı olsun dedik...İyi kalpli adam....

2 yorum:

özlem dedi ki...

ohoo, yazıyla dolmuş blog. birikti tabii onca hikaye. yazilari okumadan yorum bırakıyorum, heyecanlandım çünkü:)

Ashley dedi ki...

Tek kelime ile harika!! Bu bloğu neden daha önce görmemişim.Fotoğraflar,anılar,yazılar herşey çok kaliteli.
Türkiye'den kucak dolusu sevgiler.Takipçinizim.
Sevgiler
ASHLEY