Sayfalar

6 Şubat 2009 Cuma

HAYDARABAD-CHENNAI-MAMALLAPURAM

Bu aldığım kokuyu bir daha hiçbiryerde bulamadım. Haydarabad..

Caminin önü. Ersoy'u beklerken pandiklendiğim yer. Yazıyı okuyun bir de..

Otobüsler zor gidiyor ama cep telefonu şarjı için ayrı yer var. Hem de üç tane!!!

Hayır Bollywood değil, Tamil Nadu sineması afişi. Fena rekabet var.

Karganın gagaladığı zavallı torbam..

Mamallapuram ana cadde..

Sahil ve arkada tapınak..

Balıkçılar ve tabii ki inekler.

Mandalalar..

Krişna'nın tereyağı topuymuş..Aç bir tanrı anlaşılan.

Sai Baba..Heryerde..Bu asıl olanı, şu andaki reenkarnasyonuymuş..muş..

Chennai yolunda..Saatte 20 km. hızla giderken.

Hep haberlerde duyduğum, okuduğum ama kafamda bir türlü canlandıramadığım bir yer daha. Haydarabad. Hani herkes Hindistan'dan uzak coğrafya olarak bahseder. İşte burası o uzak coğrafyalardan daha da uzak bir yer. Herkesin yolüstünde geçtiği ama uğramadığı yerlerden biri. Tekrar itiraf etmem lazım: Ersoy olmasa ben de gitmezdim büyük ihtimalle. İlk önce bu kadar özel neyi var ki diye düşündüm. Zaten nedense yurtdışına gittiğimde nüfusu müslüman yerlerden hep kaçınırım.Bana çok zor olacakmış gibi gelir. Kendi ülkemde başımı kapattırmaya çalışan o kadar insanla uğraşırken sırf yabancı bir yerdeyim diye bunu yapmak bana çok ters geliyor. Çok görmek istememe rağmen İran'a da gitmiyorum, bir de saçma bahanem var : Bira olmaması. Anlamak istemeyenlere nasıl anlatayım, azıcık da olsa, becerebilirlerse, anlasınlar. Ben başımı örtmeyi REDDEDİYORUM. Dünyayı gezsem de, yerel kültüre saygıya inansam da ben aynı insanım ve de bu benim sorunum. Ben tercihimi yaptım ve o ülkelere gitmeyi reddediyorum.Bu da bence kimseyi ilgilendirmemeli. Oralara gitmiş insanlarla konuşurken bana hep neler kaçırdığımı anlatıyorlar. Bence bu koskocaman dünyada bir-iki şeyi kaçırmak da beni hiç endişelendirmemeli. Olacak o kadar artıkın.
O yüzden Haydarabad'a da fena halde istemeyerek gittim. Ve nasıl da yanıldığımı orada anladım. Tekrar. Gezerken benim kadar önyargılı olmamak lazım, şansıma Ersoy var hatalarımı düzeltecek yanımda. Geçen sene de Malezya'ya gitmem diye tutturmuştum da, Ersoy beni '' Hadi ama'' diyerek zorla götürmüştü. Zavallımın başını ne kadar ağrıtmıştım. Ondan sonra da Malezya'da bütün yol boyunca gördüğüm en iyi hostelde kalıp, Borneo'ya da bayılmıştım. O yüzden artık fazla itiraz etmiyorum, ''Tamam hayatım, bir gidip bakalım'' diyorum.
Ben isteksiz gittim ya, yine aynı şey başıma geldi. Haydarabad'ı çok sevdim sonuçta. Burada sabah ilk önce bir rikşaya atlayıp Sahar Jung Müzesi'ne gittik. Burada girişler yabancılar için çok pahalı. Buranınki de istisna değil, adam başı 150 rupi. Önce girmek istemedim, müze görmekten müzelik olmuş gibi hissediyorum kendimi artık. Çok pahalı, ben girmem, seni dışarda beklerim derken yine Ersoy sayesinde kendimi içerde buldum. Ve herzamanki gibi itiraz ettiğime bin pişman oldum. Meğer tam benlik bir müzeymiş burası. Amcam da para bol ya, bütün dünyayı gezip, hoşuna giden ne varsa satın almış, paketletip, paketletip göndermiş memleketine. Aklınıza gelebilecek her cins mobilya, halı, kristal, porselen, saatler, resimler.. Bazıları gerçekten pek kitsch, pek saçma şeyler. Ama aralarında Marie Antoinette'in tuvalet masası, Ming, Yuan hanedanlarından seladon porselenler (Bakınız Topkapı Sarayı), inanılmaz güzel kristaller, tahta oyma mobilyalar, elyazması kitaplar, ipek halılar ve önemli Avrupa ressamlarının tabloları da var. Benim için tam bir göz ziyafeti oldu. Ersoy benimle fena halde dalga geçti, iyi ki müzedeyiz de alışveriş yapamıyorsun, yapabilsen herhalde yarısını eve taşırdın diye. Tabii o kadarına asla param yetmez ama karşılayabileceğimi sandığım birkaç parçada yine de gözüm kaldı. Bir de üstüne gezmeye başlamadan müzenin temiz kafeteryasında karnımızı doyurabildiğimiz için daha da bir keyif aldım. Burada tek sorun içerde fotoğrafa izin verilmemesi. Hatta çantaları ve fotoğraf makinelerini içeri sokmaya izin bile vermiyorlar. Giderseniz hiç denemeyin, kapıdaki muhafızlar hemen geri yolluyorlar. Tecrübeyle sabit.
Oradan çıkınca tekrar bir rikşa bulup, Chowmallah Sarayı'na gittik. Bu sefer hiç itiraz etmeyip, içeri girdim. Burası İngiliz Sömürgesi zamanında ülkenin en büyük otoritesi olan Nizam'ların yaşadığı yer. İşin ilginç tarafı ülkenin çoğu müslüman değilken, bu Nizam'lar müslüman. Cumhuriyetten sonra bu sarayı ve şimdi başka bir müzede olan bazı eşyalarını kurdukları özel bir fon aracılığıyla devlete bağışlayıp, halka açılmalarını sağlamışlar. Bu fon aynı zamanda onlar tarafından kurulan bir hastanenin de finansmanını sağlıyor. Şu anda ailenin nerede yaşadığını bilemiyorum, kontrol etme fırsatım olmadı ama Fransa'da olduklarını sanıyorum.
Ailenin fotoğraflarının olduğu salona girer girmez ilk gözümüze çarpan fotoğraf çok ama çok güzel bir kadına aitti. Hani Greta Garbo gibi birşey. Altını bir okuduk ki, adı Nilüfer Hatun. Bu Türk yaa derken aklımıza geldi. Tabii ki Osmanlı Hanedanı'nın prenseslerinden. Kenize Murat'ın annesi. Halife Abdülmecit'in yeğeni. 1931 ya da 34'de Abdülmecit'in kızı ve Nilüfer Hatun o dönemin Nizam'ının iki oğluyla evlendirilmişler. Nilüfer Hatun epey bir süre Hindistan'da kalmış ama anlaşılan yapamamış ki 1941'de Fransa'ya geri dönmüş. Son derece modern, güzel bir kadın. Bir de sona doğru yakın zamanda çekilmiş bir fotoğrafı daha vardı ki, çok hoştu. Tabii, çok yaşlanmış ama hala güzel. Bayıldım kadına...
Sarayın arka tarafında bir de ailenin otomobilleri var, Rolls Royce, Buick, vs..Araba meraklılarına duyurulur..
Oradan Charminar, yani Dört Minare çok yakın. Hemen yanında da Mecca Mescid var. Burada da güvenlik sebebiyle içeri çantayla girmek yasak ama bırakacak yer de yok. Benim canıma minnet. Zaten içeri girmek istemediğim için Ersoy'un çantasını da alıp dışarda bekledim. O içerde bahşiş isteyenleri azarlarken, ben de popoma bir çimdik yedim. Öyle bir bağırmışım ki zavallıya, beni mıncıklayan genç kapıda onu beklediğimi sandığı için biz gidene kadar dışarı çıkmaya cesaret edemedi. Arada bir gelip kontrol etti, benim hala orada olduğumu görünce vazgeçti. Çok güldüm ama belli edemedim tabii ki..Ona ne yapacağımı sandıysa artık..
En sonunda Charminar'a geldik ama bu sefer inadım inat. 100 rupi daha vermeyeceğim. Ersoy çıksın, ben kapıda oturacağım dedim. Kaplumbağa hızıyla müze dolaşmaktan yorulmuşum zaten. Hemen girişte bir taşa oturup beklemeye başladım. Millete de iyi eğlence oldu haliyle. Hele de bir sigara yakınca..Yine bir kalabalık toplamayı başardım çevremde.
Burada seyredilmeye alışmak lazım. Yemek yerken, sigara içerken, hatta hiçbirşey yapmazken bile birileri gelip, sizi seyretmeye başlıyor. Hem de fena halde, hiç utanmadan gözlerini dikip seyrediyorlar insanı. İtirazın, gidin ya demenin hiç faydası yok. Alışacaksınız.
Burada en sevdiğim yerlerden biri çarşısı oldu. Genelde hiç sevmem, o kadar çok asılırlar ki turistlere, birşeye iki saniyeden fazla bakmaya bile korkarım. Üstelik görecek o kadar çok şey varken rahat raat bakmama izin vermedikleri için bir de fena halde sinirlenirim. İlk başlarda ufak muhabbetler olur ama sonra sıkmaya başlar. Düşünün, bir caddede otuz dükkan olsun ve herbiri size birşey satmaya çalışsın. Ne kadar sürer hepsiyle konuşmak, çoğunun malını almak istemediğinizi kimseyi kırmadan anlatmaya çalışmak? O yüzden özellikle turistik yerlerde 'Sağolun, hayır' deyip geçiyorum. Bazen bakmak istememe rağmen. İşte Haydarabad'da turistlere asılan böyle tipler yok. Kimse mal satmak için asılmaya, sizi dükkanlara götürmeye çalışmıyor. Sanırım sebeplerden biri de buraya fazla yabancı turist gelmemesi. Bütün gün boyunca bizden başka sadece dört yabancı daha gördük, o kadar. Çarşısı çok hoş. Her çeşit kumaş, sari, parfüm..Rengarenk ve diğer yerlere göre çok temiz. Haydarabad zaten genel olarak kuzeydeki şehirlere göre tertemiz kalıyor.
Bir ara yürürken bir baktım Ersoy köşedeki genç parfümcüye birşeyler soruyor. Hazır durmuşken fiyatları bir sorayım dedim. Ufak bir şişeye 70 rupi dedi. Pek de güleryüzlü bir genç. Yasemin kokusunu çok severim, alayım bari dedim. Onu pazarlıksız alınca genç, iki ayrı kokuyu karıştırıp bir ufak şişe daha hazırladı ve onu da hediye olarak verdi. Bu da bir erkek kokusu ve o kadar güzel ki. Benim aldığımsa yine çok güzel çıktı. Bir de o minik şişelere ufak bir roll-on takınca kullanmak çok kolay oluyor. Türkiye'de aldığım hiçbir yasemin yağı böyle kokmuyordu. Sürdüğümde Ersoy gerçek çiçek gibi koktuğunu, bilmese yakında yaseminler olduğunu düşüneceğini söylüyor. Boşunaymış o pahalı parfümlere harcadığımız paralar hanımlar! Bu kadar güzel kokacağını bilsem on şişe alırdım. Yine de buraya gelecek olan bana haber versin, dükkanı tarif edeyim, bana da bir şişe daha alsın..
Buraya gelirken bir de yol üstünde ayakkabıcıları görmüştük. Artık hava iyice ısındı ve benim yanımda bir çift hafif trekking botu ve havlu terliklerden başka birşey yok ( Sağolsun Ankara Sergah Otel). Daha önce de Hindistan'dan bu deri terliklerden almıştım ve yıllarca kullandım. Ta ki Hırvatistan'da fena bir yağmurda mahvedene kadar. Sonra geçen sene Bangkok'ta buldum, hemen bir çift daha aldım. Tamamen deriden, yumuşacık ve çok rahatlar. Buradaki ayakkabıcılarda görünce hemen girdik, pazarlık falan yapmadan 200 rupiye aldık. Bazen böyle şeylerde ikimiz de pazarlık yapmayı sevmiyoruz. Ama sonradan haklı çıktık. Aynı terlikler için başka bir yerde bir kızdan tam 800 rupi istemişler.
Emel, canım, aklımda..Sana mutlaka bir çift getireceğim. Atilla istemedi ama o da bayılır mutlaka, ona da..
Bu arada benim hiç hoşuma gitmese de bazen Ersoy insanlara Türk olduğumuzu söylemiyor. İspanyoluz diyor. Türk deyince müslümanlar o kadar çok kazık atmaya çalışıyor ki. Çok haklı aslında.
Burada alkollü içecekler özel dükkanlarda satılıyor. Restoranlarda 110-150 rupiye satılan biralar 70-75 rupi. Ama gördüğüm kadarıyla alkolik vatandaşlar biradansa buranın yerel yapımı olan romları tercih ediyor. Hatta ufak bir şişe alıp, oracıkta kafaya dikip, şişeyi atıyorlar. Bizdeki gibi 'Bir rakı keyfi yapalım' gibi birşey yok çoğunlukla. Böyle dükkanlarda sigara da satılmıyor. Haydarabad'da epey arandıktan sonra bir restoranın garsonu gösterdi nereden sigara alabileceğimi. Benim burada turistik alanlar dışında en büyük derdim bu: Heryerde sigara bulamıyorum. Bir paket Davidoff'umu her ihtimale karşı diyerek saklıyorum. Olabildiğince yoldan almaya çalışıyorum ama her yerde mümkün olamıyor. Burada elde sarılan Beetie denen minik sigalara da alıştım, hatta çok sevdim ama o da turistik yerlerde yok. Çok da ucuz, yirmi tanesi beş rupi. O da kesin turist fiyatıdır bence. Tabii bir de sahte sigara sorunu var. Şu ana kadar bir kere rastladım, seksen rupilik Marlboro sahte çıktı, tadından hemen anlaşılıyor. Yine de onu da yedek diye sakladım.
Sigara garip bir konu. Hele de kadınlar için. Kendim, birkaç yabancı ve ufak köylerde bir iki yaşlı teyze dışında burada sigara içen kadın yok. Biraz da o yüzden seyrediyor adamlar beni galiba. Hatta Haydarabad'da bir kadının sigara satın alması bile çok eğlendirdi milleti. Bırakın içmeyi, satın almam bile gösteriye dönüştü. Bunlar beni rahatsız etmiyor artık. Onlar bana gülüyor, ben onlara. Böyle güle eğlene geçinip gidiyoruz işte..
Yine de böyle zamanlarda Ersoy'un yanımda olmaması iyi oluyor. Burada adamlar bana fazla baktığında arada kıskançlığı tutuyor. Erkek mantığını anlamıyorsun diyor. Öyleyse bence anlamayayım, daha iyi. Hiç eğlenemezdim o zaman insanlarla böyle.
Haydarabad'da fazla vaktimiz olamadı ne yazık ki. İşin doğrusu ben en azından bir gece daha kalmadığımıza pişman oldum. Burayı da geri dönülesi yerler listeme ekledim. Şu ana kadar Hindistan'da ilk bu.
Otelde biraz daha oyalanıp tren istasyonuna gittik. Aslında nedense bileti Haydarabad yerine Secunderabad'dan almışız. Ama kimse kontrol falan etmiyor. Zaten aynı şehrin iki ayrı istasyonu.Yerimiz rahat, yandaki iki kişilik bölümdeyiz.Alt tarafta benim yattığım yerde priz de var, Ersoy yukarda ''anılarını'' yazarken, ben de yol boyunca okuduğum veya okuyacağım belki milyonuncu kitabı bitiriyorum. Bu arada da uyku tulumumu getirmekle ne iyi yaptığımı farkediyorum. Çok hafif, ince ama pahalı bir tulum. İki yıldır parasını elli kere çıkardı. Gece hala çok soğuk bu klimalı vagonlarda..Verdikleri çarşaflar temiz ama battaniyelerin ne kadarzamanda bir yıkandığını tahmin bile etmek istemiyorum.
Sabah Chennai'ye varır varmaz önce hamallar üşüştü tepemize. Oysa ben Haydarabad'da ne güzel alışmıştım kimsenin bizimle uğraşmamasına. Bir de bu adamlar niye hala bizimle vakit kaybediyor diye düşünüyorum. Halimizden belli, iki sırt çantalı insanız. Bavul olsa belki ama zaten kendimiz rahat taşımak için böyle geziyoruz. Kocaman bavullarla gelmeyi de bilirdik.
İstasyondaki turizm bürosunu polislere sorarak bulduktan sonra dışardaki prepaid rikşa durağına geldik. Buradaki yeni otobüs terminali epey mesafe, rikşayla bile 93 rupi, yani yüz sayılır. Chennai'nin yeni otobüs terminali ISO 9000 almış. Bundan sonra bu ISO hikayesinden şüphe etmek için bir sebep daha..Öyle bilet almak için ayrı yer falan yok, otobüsün kalktığı yeri bulmak lazım. Sonra otobüste istediğin yere oturup, görevliye parayı ödeyip, bileti alıyorsun. Zaten bu otobüslerin hepsi hükümete ait. Aralarındaki tek fark bazılarının daha az durakta durması. Ben binerken hangisi olduğundan çok emin değildim ama ancak Mamallapuram'a gerçekten iki saatte gelince doğru otobüse binmiş olduğumuzu farkettim.
İndiğimiz yer gerçekten hiçbirşeye benzemiyordu. Geceliği 350 rupiye kalcak bir yer bulduk, tabii ki sıcak su yok. Burada gerek de yok zaten..Hava o kadar sıcak ki.
Şu anda denize elli metre uzaktayız. Ortalıkta sansarlar, gekkolar (kertenkeleler) ve fareler cirit atıyor. Ufak bir köy, turizme açılmaya çalışıyor ama daha olmamış. Ana caddede bir sürü dükkan, arada yer tezgahları, bir sürü restoran. Çoğu da en basit standartların bile altında. Hani yirmi yıl öncesinin Fethiye'si gibi. Ama nasılsa fiyatlar günümüzü yakalamış. Öyle sudan ucuz değil hiçbirşey.
Deniz ise o kadar ahım şahım değil. Palmiyeler, altın rengi kumlar yok. Tamam, kum incecik ama köyün tam sahile açıldığı yerde birsürü balıkçı teknesi, ağlar ve tabii ki Hindistan'ın olmazsa olmazı inekler. Herşeyi anladım da sahilde ne işi var bunların? Güneşlenmeye mi geliyorlar?
İnsanların tipleri de değişti güneye geldikçe. İyice bir karardılar, zenciye yakın bir renk aldılar. Kadınlar da o kadar örtülü değiller artık. Sariler var ama kafalarını, suratlarını kapatmıyorlar en azından sarinin bir ucuyla. Sahile arada Hintli aileler de geliyor ama burada mayoyla, hatta bikiniyle denize tek girenler yabancılar. Öyleyken bile çoğunluk balıkçıların hemen yanından değil, yüz metre kadar ötedeki otelin önünden girmeyi tercih ediyor.
Ben öyle utangaç falan değilimdir ama bu adamların bakışları altında denize girmek gerçekten zor. Hele ki burada tanıştığımız İsrailli Niha'nın anlattığı hikayeden sonra. Herkesin ortasında, sahilde, bir teknenin gölgesinde oturmuş rahat rahat mastürbasyon yapan bir adam görmüş. Ben olsam ne gibi bir tepki verebilirdim ki buna acaba? Tek çözüm görmezden gelmek. Böyle zamanlarda Ersoy'u daha iyi anlıyorum. Ve de kendimi. Kadın olmak her ne kadar kabul etmek istemesem de bazen gerçekten zor olabiliyor.
Bu arada yanlış anlaşılmasın, insanları daha ilerden denize girmeye iten tek sebep ne yazık ki sadece yerli halk değil, akıntılar. Deniz burada her zaman dalgalı ve bulanık. Akıntılar da cabası. Burada denize girip açılmak gerçekten güvenli değil. Açıkta iyi dalış yerleri varmış ama söyleyen buradaki tek dalış merkezinin sahibi. İşin doğrusu ona bu konuda pek güvendiğimi söyleyemeyeceğim. Su çok bulanık bir kere. Tamam, Andaman denizi ama bu kadar bulanık suda ne görebilirim ki? Üstelik daha açıkta akıntılar çok daha kuvvetliyken. Belki de Sipadan'dan sonra hiçbir yeri beğenemiyorum. Herneyse, pek dalınacak bir yermiş gibi gelmedi bana. Üstelik son dalışta olanlardan sonra kendi malzemem olmadan dalmaya da pek hevesli değilim açıkçası. Yine de iyi bir yer bulursam kaçırmak istemem. Hatta Ersoy'la ciddi ciddi Andaman Adaları'na gidelim diye bile düşündük. Ama Türkiye'de hala ödememiz gereken borçlar var. O yüzden fazla açılmamak lazım. Hem zaten Ersoy'un sadece bir, benimse bir buçuk ayımız kaldı. Gezmek daha mantıklı geliyor.
Bugün Ersoy'un doğumgünü. Dün gece kocaman bir balık yiyerek kutlamıştık. Bu gece bir daha...
Yarın buradan ayrılıp, iyice güneye, Kovalam'a doğru yola çıkacağız. Aslında bugün gitmek istiyorduk ama trende yer bulamadık. Ersoy'da o kadar saati otobüsle gitmek istemedi. Kaldığımız yerde de bu gece için oda olmayınca başka bir otele geçtik. Ama burası da gayet iyi.
Şu an tam öğlen sıcağı. Sabah kahvaltıdan sonra Ersoy beni de tapınak gezmeye götürdü. O dün hepsine gitmişti ama bugün onun da görmediği birkaç yer daha gördük. Taş oymacılığı gerçekten etkileyici bu tapınakların. Ama ben öğrencilerle çok daha fazla eğlendim. Bir ara oraya gezmeye gelmiş bir öğrenci grubunun gizliden benim fotoğraflarımı çekmeye çalıştığını farkettik. Ben ''Gelin, birlikte fotoğraf çektirelim'' deyince şok geçirdiler, ama koşa koşa geldiler. Sonra kızlarla da aynı şey geldi başıma. Kaç tane minik el sıktık, sayısını bile bilmiyorum. Çocuk işte, yabancı görünce merak ediyorlar.
Bir de buradakilere nereden geldiğimizi anlatmanın çok kolay bir yolunu bulduk. Dün gece gittiğimiz restoranın sahibine ''Türkiye'' dediğimizde, ''Ah, tabii. İstanbul'' diye cevap verdi. İstanbul'da çekilen ve burada çok ünlü olan ''Guru'' filminden biliyormuş. Çocuklara da anlatamayınca, filmi söyledik, hemen anladılar. Çok hoşlarına gitti. Anlatırlar artık aylarca..
Şimdi bunları göndermeye internet cafeye, oradan da son bir kez sahile, denize girmeye gideceğiz. Yarın trene nereden bineceğimize hala karar vermedik. Buraya yakın bir istasyonda da duruyor ama belki de Chennai'ye geçeriz..
Yarin karar verecegiz..

Hiç yorum yok: