Sayfalar

16 Kasım 2009 Pazartesi

SAHRA ÇÖLÜ

Sabah 8'de kahvaltımızı yapmış olarak otelin önüne çıktığımızda Ahmet bizi bekliyordu. Öğlen yemeğini yediğimiz Ghomrassen'e, Ksar El Hallout, Beni Ghdir vadisinden geçerek geldik.
Matmata'dan ilk çıkışta yol Atlas dağlarının eteklerinden geçiyor. Tepelerin hemen ardında deniz görülüyor. Deniz bu kadar yakın olmasına rağmen kışın hava çok soğuk. O yüzden insanlar yüzyıllardır toprağın içini kazarak oralara saklanmışlar ya zaten. Bu sadece turistik otellere yönelik bir atraksiyon değil anlayacağınız. Yolda bir sürü ev görülüyor tepelerin içine kazılmış..
Arada Ersoy fotoğraf çekmek isteyince duruyor Ahmet. Bana da bitkileri gösteriyor. Ama Akdeniz iklimi, ne olacak? O söylemeden ben diyorum dağ kekiği, biberiye diye. Bizde şuna kullanılır, aa bizde de ...şeklinde muhabbet ediyoruz. Muhabbet derken şakır şakır konuşuyoruz sanmayın. Onun ingilizcesi çok az, bizim de arapça ve fransızcamız ama anlaşıyoruz işte.
Yol üstünde bir tepede kocaman bir dinazor heykeli var. Dünyanın önemli jurassic bölgelerinden biri de buralarda. Şaşırmamak lazım, Afrika burası. Üstelik buzul çağı öncesi aynı Amazonlar gibi tropik ormanlarla kaplı olduğu da biliniyor. Bugünkü çöl hali kimseyi şaşırtmasın, buralardan hala dinazor fosilleri çıkıyor. Yol üstünde bir de manzara noktası var. Tepeden Toujane köyü görülüyor. Manzara harika ama köyde pek bir şey beklemeyin. Sadece ışığı iyi yakalarsanız harika fotoğraflar çekmek olası. Benim asıl hoşuma giden hemen yol üstünde kalan, önünde bir yığın zeytin olan zeytinyağı fabrikasıydı. Fabrikaysa köy değirmeni işte.
Oradan Ksar El Hallout'a devam ettik. Ksar kelimesi burada bir çok yer için kulanılıyor, Berberilerin kendilerini ve yiyeceklerini kotumak için özellikle sarp kayalıkların tepesine, aynı arı kovanları gibi inşa ettikleri kaleler demek. El Halouin'de ilk defa başka bir 4x4'le karşılaştık. Fransızlar vardı. Bunlara giriş falan ödemek gerekmiyor. Ama buraya giden olursa oradaki bekçiye benim için bir-iki dinar versin. Adamcağız bahşiş için çalışıyor ama ben o kadar suratsızdım ki bana hediye ettiği çiçeklere karşılık ona yarım dinar falan verdim. Sonra da çok pişman oldum. Öbür dolandırıcılardan sonra o kadar da iyi gelmişti ki bana...
Bir sonraki durağımız Ksar Haddada oldu. Burası o kadar iyi korunmuş ki, bir kısmı bir otele çevrilmiş. Ama geri kalanı olduğu gibi korunuyor. Merak edenler için: Burası Star Wars I, the Fantom Menace'taki Tatooine gezegeninin Mos Espa köyü:))
Böyle böyle gezerken saat onbir buçuk gibi oldu. Ahmet öğle yemeği vakti dedi. Erken ama olsun, sonuçta adam buraları bizden iyi biliyor. Belki daha sonra yemek yiyecek bir yer olmayacak. Sonuçta burası çöl ve öyle her iki adımda bir restoran yok.
Yemeği Ghomrassen diye bir köyde, ufak bir restoranda yedik. Ahmet ne yemek istediğimizi sordu, girişte tavuk görmüştüm, tavuk dedik. Salata eh işteydi ama kızarmış tavuk gerçekten güzeldi, anasonlu kızartmaları çok sevmesem de rakı gibi geldi tadı.
Çölde restoran yok diyorum ama her köyde okul var. Hükümet politikası, ne kadar küçük olursa olsun, her köyün kendi okulu, elektriği ve içilebilir suyu var. Buradaki ATM bile gayet yi çalışıyordu.
Buradan köy yollarını takip ederek Ksar Guermessa'ya geldik. Biraz tırmanmak lazım ama manzara gerçekten değer. Çıkış ve iniş yolu ayrı. Ama çıkış yolundan 4x4'lerden başka aracın geçmesi imkansız. İniş ise gayet düzgün. Normal arabayla gelinirse, inişten çıkmak lazım.
Burada ilgimi manzaradan başka taşlar da çekti...Bazılarında kristaller, bazıları parlıyorlar..Tabii ki elmas falan değil..Sadece burada eskiden su varmış ve o parlayanlar da sadece mika..Ersoy fena korktu beni taşları karıştırırken görünce, haklı adam, buralar akrep doludur. Ama unuttuğu şey kış mevsiminde olduğumuz..Ben ise nereden bileyim daha o taşlardan çok göreceğimi??
Ufak vadilerin içinden geçerek çöle doğru ilerlemeye başladık. Burada da hurma yetişiyor ama çok ufaklar. Hayvanlar için yem olarak kullanıyorlarmış.
Artık ufaktan kum ve kumu, yani çölü tutmak, yani daha fazla ilerlemesini engellemek için kurulmuş barikatları görmeye başladık. Çöl ortasında verdiğimiz molaya kadar ben siestamı yapmayı tercih ettim. Yanlış anlaşılma olmasın, yollar korkunç, hoplaya zıplaya gidiliyor ama ben Hindistan, Bolivya otobüslerinde uyumuş insanım. Bana vız gelip tırıs geçiyor bu zıplamalar.
Molada gözümü açıyorum, gerçekten de çölün ortasındayız. Yolumsu izin kenarında bir baraka, gençten bir adam kahve satıyor. Ama içerisi gölge ve adamcağızın yavru bir de kedisi var. Burası en yakın köye otuz kilometreden fazla ve gencin motoru bile yok. Gece de burada kalıyormuş. Böyle bir yerde kala kala filozof olur insan.
Ama gerçekten çok güzel kahve yapıyor. Yine de siz siz olun, benim yaptığım salaklığı yapıp "Süt??" demeyin. Tabii ki yok, elektrik bile yok ki.
Tuvalette çok şaşırdım. Tamam, alaturka, su yok ama tertemiz. Bizimkilere ders olmalı bu genç adam. Demek ki temiz olması için illa şakır şakır sularla yıkamak gerekmiyormuş..
Tuvalete gitmenin bir yararı da çöl çiçeklerini görmek oldu. Şu anda adlarını hatırlayamıyorum ve bundan çok utanıyorum ama inanılmaz güzel koyu pembe ve beyaz çiçekleri olan çalıcıklar var burada. Herhalde yazın görmek mümkün olmaz...
Bu arada Ersoy fena bozuk çalıyor, nasıl çöl burası, nerede kumlar diye..Arkadaşlar, her çöl kum dağları demek değildir. Dünyanın en kuru çölü Atacama'dır ve hiç kum tepesi yoktur orada. Tecrübeyle sabit...
Yol uzun. Dün gece Ahmet haritada göstermişti, akşam kalacağımız yer olan Ksar Ghilane'ye aslında karayolu da var ama neredeyse geldiğimizden fazla yolu geri dönmek gerekecek. O yüzden çölden gitmek daha mantıklı (ve de bana göre eğlenceli). Aslında böyle yaparak Ksar Oueld Soultane gibi bazı yerlere gitmemiş oluyoruz ama çok istesem de çölde bir geceden fazla geçirmeye vakit yok. Bir daha gelirsem Ksar'ları da zaten görmüş olacağım için kendimi bir haftalığına falan çöle atmak niyetindeyim. Tabii ki işinin ehli bir rehberle...
Akşamüstü Ksar Ghilane'ye geliyoruz. Burası için o kadar çok şey anlatılıyor ki kitaplarda. Çölde bir vaha..
İlk önce Ahmet bizi otele götürüp çadırımızı gösteriyor, bu akşam çadırda yatacağız. İşin raconu bu. Burada tabii ki dört yıldızlılar da var ama biz ekonomik adamlarız. Çadır Berberi çadırı!! Anlatırım detayları..Ersoy'la dolaşırken o yıldızlı yere de gittik. Adamlar manzara için bir kule bile inşa etmiş, kocaman bir yüzme havuzu, klimalı çadırlar..
Çantaları bırakıp, vahanın merkezine, sıcak su kaynağına gittik. Her yer hurma ağacı, bahçeler dolusu..Vahanın merkezinde gerçekten bir sıcak su kaynağı var. Ufak ve çok sığ ama var. Gelmeden önce ben girmeyi düşünüyordum ama çevredeki amcaları ve bakışlarını görünce denemek bile istemedim. Üstelik sağı solu dükkan ve restoran dolu. Tabii ki burası benim naifçe hayal ettiğim yer değil. Bu kadar turistik bir yerin sakin olabileceğine inanabilmem bile bence hataydı. Sonuç: Banyo falan yok. Buraya yirmi yıl önce gelmek lazımmış...
Sıra meğerse deveye binip gün batımı seyretmeye gelmiş bu arada. Ben bu detayı atlamışım. Ben deveye BİNMEM çünkü. Hayvanları severim, ata, file, deveye de binmişliğim var. O yüzden de binmem diyorum. Bu korku değil, sadece hoşlanmıyorum. Hele deve tepesinde kilometrelerce gitmek..Belki çölün ortasında günlerce gideceksin dense tamam ama bir saat git, gel. Yok, hiç bana göre değil. Ben oturup su başında hayallere dalmayı tercih ederim bir kere. Elimde sigaram, biram...Pardon yanlış oldu, alkolsüz bira demek lazım. Havuz başı restoranında alkolsüz bira var sadece. Denedim, iğranç. Bira alkolsüz olsun diye yapılmamış ki..Kim icat etmişse artık..
Anlaşılan Ahmet'in içi rahat etmedi benim yalnız kalmama, "Önemli değil, Ersoy deveyle gitsin, ben seni arabayla götürürüm" dedi. Peki, o olur. Ersoy'u devesine bindirip yolladık, Ahmet'le buluşmama hala vakit var.
Bu arada deveye binmek çok çok fotojenik. Benim gibi gıcık değilseniz mutlaka yapın. Ben sonradan pişman olur gibi oldum, en azından fotoğraflar için...
Nerde kaldık?? Evet, hala vakit var..Gün batımı seyredeceğim ve hala biram yok. Aklıma geldi, madem turistik otel var, o zaman bira da vardır..Hemen yandaki otele gittim, EVET!!! Ama en mini boylardan..Hani Nescafe'nin ince uzun soğuk kahve kutuları vardır ya..Onların yarısından biraz daha büyükler. Üç tane alıp attım çantaya. O sırada Ahmet beni arabanın yanında bekliyordu. Bindik, hoplaya zıplaya gittik Ersoy'ların geleceği Roma kalesine. Epey dolanmamıza rağmen yine de develerden hızlı gittik. Çünkü Ahmet baktı benim hoşuma gidiyor, ne kadar tepe varsa, hepsine çıktık, indik. Arada yüreğim ağzıma gelmedi değil ama olay bu işte. Korkacaksın ki adrenalin salgılansın. İşin eğlencesi korkmakta. Günün birinde korkmaktan vazgeçersem üzülürüm o yüzden. Buna adrenalin bağımlılığı deniyor ya!!
Roma kalesi- ki aslında kale değil, korungah demek lazım- ok..İyi işte..Ama Ahmet baktı bizim o kadar hoşumuza gitmedi, Ersoy da deveyle dönmek istemiyor, bizi yine dağ tepe yapıp başka bir yere götürdü. Burada kum, çöl çok daha güzel..
Kızıl kumu bir bira kutusuna doldurup çalmadan edemedim..
Otele döndüğümüzde bir sürü başka grubun gelip etrafımızdaki çadırlara yerleşmiş olduklarını gördük. Hepsi ya Alman ya da Fransızdı. Ve bütün yabancılar arasında en genci bendim, düşünün artık yaş ortalamasını. Akşam yemeği otelde dahildi. Önce benim çok beğendiğim, tavuk suyuna bulgurlu bir çorba, sonra sevmediğim kuskus ve meyve. Allahtan ekmekler güzel de sadece çorba bile yetti bana.
Yemekten sonra eğlence dediler, bara gittik. Bu tip şeyler hep müşteriler içki içsin,müessese para kazansın diyedir ama ben zaten hem biraz şarap, hem de sigara içmek ve içerken de donmamak istemediğim için zaten gidecektim. Ersoy'la bir şişe roze şarap aldık, o sırada şöförler, rehberler ve otel çalışanları çalıp, söyleyip, dansetmeye başladılar. O zaman anlaşıldı, müşteriler için değil, kendileri içinmiş. Herkes kaçıp gitti, en son biz kalktık ama müzikleri gecenin geç saatlerine kadar sürdü.
Biz de çadıra gittik ama Berberi çadırı dedikleri şey ince, siyah yünden bir şey. Kapıya da aptal bir battaniye asılmış, içerde ise dört tane tek kişilik yatak. Çarşaflar ve birer battaniye ile. İnsan donar burada ama anlaşılan sivrisinekler donmuyor. Ya da benim geldiğimi duydular, hepsi burada. Ama elektrik için fiş falan yok, elektrik son derece anlaşılabilir sebeplerden dolayı jeneratörden ve o da saat 11 gibi kapatılıyor. Ersoy alta, üste battaniyeler koyup bir koruma duvarı oluşturdu, ben de yattım ama bu ağırlıkla, üstelik dışarda yıldızlar pırıl pırıl parlarken içerde yatamam ki.
Aldım elime kağıdı, kalemi, son kalan JB dostumu çıktım dışarı. Hemen ilerde bir ateş gördüm, gittim. Almanlarmış, çadırda kalıyorlar. Hiç utanmadan sordum, ateşinizi paylaşabilirmiyim diye. Hemen davet ettiler. Biraz konuştuk, motokrosçular. Bir arkadaşlarının buradan yirmi kilometre ötede motoru bozulmuş, şansına yanında bir ağaç kurusu varmış, orada sabahı bekliyormuş. Yine şanslı dedim, en azından depoda benzin var, ağacı yakar siz sabah gidene kadar dedim. Meğer onlar da aynı şeyi söylemiş..
Öyle muhabbet ettik denemez. Ediyorduk aslında..Ta ki benim Türk olduğumu öğrenene kadar. Almanca bilmememe inanamadılar. Bir kadının dünyanın neredeyse her yerini gezmiş olduğuna inanamadılar. Çok iyi ispanyolca, ingilizce bilmeme, dilbilimden mezun olmama, içki,sigara içebilmeme, ve de en korkuncu başımı örtmememe inanamadılar.
Hayatımda ilk defa Türk kızları hakkında önyargılı insanlara rastlamadığım halde onların cehaleti beni çok rahatsız etti. Gidip, ateşsiz, soğuk çadırımın önünde oturmak daha rahat geldi. Aldım popomun altına kapı niyetine kullanılan battaniyenin bir kısmını, sarındım örtülere, seyrettim sevgili yıldızlarımı..
Sanırım hayatta daha çok sevdiğim hiçbir şey yok......
Saatler sonra Ersoy beni kapının önünde neredeyse donmak üzere bulduğunda hala ben "Bırak, yıldızların altında uyuyayım" diyormuşum..
Ölümüm yıldızlardan olacak..

Hiç yorum yok: