Sayfalar

5 Mart 2010 Cuma

CAPE CROSS VE TWYFELFONTEIN

Swakopmund'dan itibaren kuzeye doğru artık Skeleton Coast başlıyor. Buranın adının bir şakayla ilgisi yok, eski zamanlarda burada karaya vuran gemicilerin hiçbir kurtulma şansı olmadığı için bu adı almış: İskelet Sahili. Burada fırtınaya yakalananları önce buz gibi su, arkasından köpekbalıkları bekliyor. Onlardan kurtulan kıyıdaki keskin kayalıkları dev dalgalarla parçalanmadan geçmek zorunda. Hadi onu da geçti diyelim, en yakın tatlı su kaynağına ve yiyeceğe ulaşmak için en az yüz kilometrelik acımasız bir çölü geçmek lazım. Orada da bekleyen aç sırtlanlar, çakallar, hatta aslanlar var..Bence denizde ölüp, işi temiz bitirmek en iyisi. Benim duyduğum hiç kurtulan olmamış zaten..Gemi enkazları süslüyor İskelet Sahili'ni.
Yine de burası dünyanın en büyük ve en önemli fok kolonilerinden birinin yuvası. Swakopmund'a 115 kilometre, hatta oraya gidip gelmek için fazladan bir yüz kilometre yapmamız lazım bugün. Hem de yaklaşık 700 kilometreye ekleyerek. Ama hızlı gitmeye alıştık ya, yaparız deyip yola çıktık.
Sabah yola erken çıkınca, adet olduğu üzere o kullandı arabayı, ben de horul horul uyudum, gözümü Cape Cross'a geldiğimizde açtım. Foklara bakarken, kahvaltımı da ederim, akşamdan hazırladığım sandviçimi de yerim dedim ama ne bu kadar çok fok olacağını, ne de bu kadar kötü koktuklarını hesaba katmamaışım. Daha önce de Patagonya'da fok kolonileri vardı ama ya onlar kokmuyordu, ya da bu kadar çok değillerdi..
Burada 80-100 bin arası fok varmış..Gerçekten var, her yer fokla dolu. Yatan, uyuyan, bağıran, oynayan yavrular..İyi ki gelmişiz dedik..Henüz birkaç aylık bebeklerin suyla oynamasını görmek için bile değerdi buraya gelmeye.
Tek üzüldüğüm, binlerce fok arasında bir ölü yavru görmek oldu. Ama nüfus bu kadar olunca aldırmamak lazım. Zaten yavruların dörtte biri erişkinliğe varamıyormuş, diğer hayvanlara yem oluyorlarmış. Balıkçılar memnun olmalı bu durumdan, ağlarının ve avlarının en büyük düşmanı foklar. Zaten o hızla çoğalsalar bize bile yer kalmaz herhalde dünyada..Besin zinciri işte..

Oradan çıkıp doğuya yönelebilmek için elli kilometreden fazla geri dönmek zorunda kaldık. Ama yolda durup ufak bir alışveriş de yaptık. Üstelik satıcı bile olmadan, bayıldım satış tekniğine..Burada da tuzlalar var, ve kocaman kare kristalli tuzlar çıkıyor. Bunları yol boyu tezgahlara dizip, yanlarına da bir bozuk para kutusu koymuşlar. Ne istiyorsan alıp, gönlünden kopanı atıyorsun kutuya. Burada, gerçek hiçbirşeyin ortasında satış yapmak için çok mantıklı geldi bana. Eh, bir iki parça alıp, attım parayı kumbaraya..
Doğuya gittikçe yine girdik çölün içine. Aynı manzara, seraplar ve uçsuz bucaksız çöl. Aklıma hala aynı şey geliyor. Rent a car ofisinde Helena acil durumda aramamız için telefon numarası verdi ama buralarda kalırsak bize ulaşmaları ne kadar sürer ve biz bu kadar suyla bu sıcağa ne kadar dayanabiliriz? Düşünmemek en iyisi galiba..

Direksiyonda bir Ersoy, bir ben ufaktan kuzeye doğru çıkmaya başladıkça ortalık da yeşillenmeye başladı. Khorixas'ta Ersoy benzin alırken, ben de markete uğradım. Benden başka tek beyaz marketin sahibi burada da. Çok fakir bir yer, ama en sonunda Ersoy için biraz mandalina buldum. Ersoy çok sever mandalinayı ama kilosu neredeyse sekiz lira. Fiyata falan aldırmadan aldım, sevgilim biraz rahat etsin, sevdiği bir şey yesin istedim. Kasada bana gerçekten isteyip istemediğimi üç kere sordular, orası için o kadar pahalı ki..Bizim için de çok pahalı aslında..Ama Ersoy'a söylememeyi tercih ettim. Bu kadar zor bir yolculukta insanın ufak tefek lükslere de hakkı olmalı..Ama fiyatını bilirse, keyfini çıkaramaz:))
Buradan ilk durağımız petrified forest, yani taşlaşmış orman, oradan da lonely planet'ın pek övdüğü organ pipes denilen yere gidip, kampa yetişeceğiz dedik. Khorixas'tan sonra taşlaşmış ormanı bulduk, LP'nin aksine giriş ücreti var. Verip girdik. İlgilenmeyenler için hiçbir albenisi olmayan bir yer ama ben üçyüz milyon yıllık ağaçları nedense pek severim. Taşlaşmış çam ağaçları dolu yerler, buradan bir parça taşlaşmış ağaç almanın cezası da bin lira ya da bir yıl hapismiş. Rehberle gezmek de mecburi..Orada gezerken çevreye baktım, burası kocaman bir vadi ve ağaçlar da zaten binlerce kilometre öteden buzullarla gelip, silkatlaşmış. Yani sadece müze ilan ettikleri yer değil, bütün vadi öyle olmalı. Turumuzu yapıp, öğle yemeği sandviçlerimizi yiyip oradan çıktıktan sonra yanılmadığımı farkettim. Yol üstünde elli metrede bir müzemsi yerler var. Aradaki tek fark bizim girdiğimizin resmi olması. Diğerlerinde de var ağaçlar ama öyle resmi işler yok herhalde. Taşınması yasak taşları da kesin üç kuruşa satıyorlardır zaten. Benim gibi doğa tarihi meraklıları için ilginç ama “Bu taş da neymiş” insanları hiç girmesin, girip de bizi niye soktu diye rehberlerine ya da kitaplarının yazarlarına küfretmesin...

Burdan sonra yol yine in-çık şeklinde. Her adımda dere yatağı, başım döndü artık inip çıkmaktan. Bu sefer kendimi bağladım otomatiğe, 120'yle girip çıkıyorum hendeklere..Sözümona az kaldı yol ama yüce kitaba göre “Organ Pipes” denen yer çok yakında ve mutlaka görmek lazım. Elimizde üç ayrı harita var ve hepsinde ayrı bir hikaye. Kalacağımız yerin ayrımını geçtik ama allahtan manzara, ışık muhteşem de insan yolda fazla sıkılmıyor. Yoksa ben artık çığlık atmak üzereydim “Bana ne organ pipes'tan” diye. Anladık, bir kayalık. Kalacağımız kampın ayrımını 25 km geçtik, hala yok. Bizse “Hadi şu virajı da geçelim” şeklinde devam ediyoruz. En sonunda ben çığlık attım, “Yeter, daha fazla gitmiyorum” diye ama karşımıza bir viraj daha çıkınca “Hadi ona da bir bakalım” dedim yine. Merak ya..Öldürecek bu kediyi bir gün!
Aranıp taranıp, on kere o mu yoksa bu mu dedikten sonra baktık güneş batıyor, kampa doğru yola çıktık. Yorgunuz ama itiraf eden yok. Bir günde, hem de o yollarda neredeyse 800 ** km..Canımıza yazık valla..
Kampa gelip, her zamanki gibi oraya gelen ilk türkler olduğumuzu duyup, yerleştik. Yerleşmek dediğim de arkanın tozunu silip, duşa gitmak zaten. Her zamanki gibi yiyecek falan yok, o gün ne aldıysak onları yedik ufaktan. Bir de burada duş için su yine odunla ısıtılıyor, ateşi yakan gidiyor. Son anda yakaladık yine tutuşmuş hortumu. Hani yanacak bir biz, arabalar, üç tane de kuru ağaç var ama..
Akşam lüks içinde geçti. Yıldızlar, sivrisinekler ve bar!! Soğuk biraları var burada!! Üstelik o arada geçen yıl Karıncalar'ın bir grubunun buradan geçtiğini de öğrendik, sticker takmışlar buzdolabına. Demek burada ilk Türk biz değiliz....Onu da duymak iyi geldi aslında. Şu anda bu bar taburesinde benden önce başka bir memleketlimin oturmuş olabileceğini hayal etmek bile güzel...
Biralarımızı içerken çalışan kızla epey muhabbet ettik. Ersoy hala o "çık çık" seslerinin sadece bazı Afrika dillerinde kullanılan sesler olduğuna inanmıyor, kelime ya da ek olduğunu iddia ediyordu. Bazen fena bozuluyorum bu adama. Diplomamda bile kocaman "Dilbilimci" yazıyor ya!! Yıllarca dirsek çürüttük bunları öğreneceğiz diye. Neyse kızcağız da açıkladı da inandı bizimki. Bu arada bu dili asla konuşamayacağımızı da öğrenmiş olduk. O sesleri diğerleriyle birleştirmek imkansız gibi bir şey..
Ah yıldızlar...........Ucuz kamp sandalyemi işte bunun için sevdim o akşam!

Hiç yorum yok: