Sayfalar

14 Ocak 2011 Cuma

ŞAM'DA KAYISI

İçeriğin bu sefer başlıkla ilgisi falan yok. Ne yapayım, Şam dedikçe aklıma kayısı geliyor. Ama bir kaç tatlıcı- baharatçı dışında da hiçbir yerde görmedim. Kimbilir belki de hepsini ithal ediyorlardır...
Sabah kahvaltı edip yola koyulduk. İlk durak bir gün önce hava erken karardığı için gidemediğimiz Maaloula köyü oldu. İlk önce St. Sergio ve St. Bacchus manastırına gittik. Orada yüzlerce yıllık ikonalara, resimlere hayran kaldım. Hele de kilisenin papazı tarafından açıklanınca..Üstüne de papaz önce ingilizce, arkadan Aramice dua edince..Bu dil dünyada çok az yerde hala kullanılıyor. Artık yapmasam da dilbilimci damarım kabardı fena halde.


Oradan çıkıp yürüyerek St.Tekla manastırına geçtik. Yol çok ama çok keyifliydi. Manastıra içinde çok az su olan bir kanyondan geçilerek gidiliyor.



Daha önce bir yerde okumuştum. Meğerse bu köyün insanları zamanında hayatlarını kurtarmak için buraya sığınmışlar. Ama onlara yol gösterip, koruyan melek/ peri kızının bir şartı varmış:" Buraya her kim hayatını kurtarmak için sığınırsa, ona sahip çıkacaksınız. Düşmanlarına asla teslim etmeyeceksiniz". St.Tekla da Roma döneminde Konya valisinin kızı ve hristiyanlığı kabul ettiği için babası tarafından ölüme mahkum edilince, kaçarak bu köye sığınıyor. Askerler peşinden gelse de köylüler onu teslim etmiyor. Böylece hayatının sonuna kadar orada yaşıyor.
Çoook keyifli bir yerdi...



Maaloula

Daha sonra tekrar yola çıkıp, Busra'ya geldik. İnanılmaz iyi korunmuş tiyatrosu daha sonra kaleye çevrilmiş ve Aspendos'un biraz daha ufağı. Bayıldık..Oradan çıkıp şehri dolaştık. Palmyra'nın tam tersi renkler var bu şehirde. Orada güneş sarısı taşlar pırıl pırıl parlarken, burada volkanik, kapkara taşlar kullanılmış. Etkileyici bir yer..







Oradan ayrılmadan son durak bir camiydi. Yine antik şehrin taşları kullanılarak yapılmış ve içinde Muhammed'in devesinin çöktüğünde oraya çıkan ayak izi varmış. Bilemiyorum, dışarda sigara içmeyi tercih ettim.
Gün hala devam ediyordu. Bu sefer Şam merkeze dönüp önce Mimar Sinan yapısı olan Süleymaniye Külliyesi'ne gittik. Vahdettin ve ailesinin mezarları da burada. Ama caminin halini görünce neredeyse ağlayacaktım. Hiç bakılmamış, neredeyse harabe halinde. En sonunda Türkler işe el koymuş da biraz birşeyler yapılmaya başlanmış. En azından içeri destekler konmuş. Buraya sadece Türklerin girmesine izin varmış, her nedense??

Hemen yakındaki Hicaz demiryolu istasyonuna ise bayıldım. O ışıkta vitrayların duvarlarda yarattığı ışık oyunları inanılmazdı. Orada da bugün tren bileti satılıyore, içerde bir de kitapçı var. Baktım ne cins kitaplar diye ama hepsi Arapça, hiç birşey anlamadan çıktım.



En sonunda sıra çarşıya ve ünlü Emevi Camii'ne geldi. Bugün cuma olduğu için dükkanların çoğu kapalıydı ama çarşı da pek bakımsız. En azından çatısının ciddi bir tamire ihtiyacı var. Yağmur yağdığında buraya sığınmanın hiçbir anlamı yok.

Tavandakiler yıldız değil, teneke çatının delikleri....

Cami aslında çarşının ortasına doğru. Hemen girişinde Jüpiter tapınağından kalan bazı sütunlar görülüyor. Burada öyle kadınlar elini kolunu sallaya sallaya camilere giremiyor. Para ödeyip girişteki cübbelerden almak gerekiyor. Sinan'ın camisi dışında bir tek buraya girmeye karar verdim çünkü Vaftizci Yahya'nın mezarı burada.
Girişte zoraki giydik cübbeyi. Benim sırtımda çanta olduğundan tam hörgüçlü bir deveye benzedim. İçerde de çok zorlandım, başlık devamlı düşüp durdu, saç maç ortada. Bana pek fena baktı bazıları. Ama ne yapayım, alışık olmayan yerde durmuyor işte. Bu arada yandaki girişte Selahattin Eyyubi'nin türbesi ve onun yanında da üç türk pilotunun mezarları var. 1914'teki uçuşlarında uçakları düşerek şehit olmuşlar, ilk türk hava şehitleri olarak anılıyorlar. Selahattin Eyyubi'yi iyi tanımam ama bu gencecik adamların taa o zaman gösterdikleri cesarete hayran olmamak mümkün değil. Suriye'de görüp de duygulandığım tek mezarlar onlarınki oldu.


Oradan caminin avlusuna girdik. Gerçekten çok büyük ve çok güzel altın rengi mozaiklerle süslenmiş. Hz. Hüseyin'in kesik başı da buradaymış ama girişte öyle bir karmaşa vardı ki, denemedim bile. Kimsenin kimseye saygısı yok, kadın erkek birbirlerinin tepesinde. Hele de bizim gruptan girenlerin çıkma çabasını görünce hemen uzadım oradan..


Caminin içinde ise kadın- erkek ayırmışlar ama sadece bir kordonla. Fotoğraf çekmek sözümona yasak ama herkes çekiyor. Zaten nasıl bir ibadet yeridir anlamadım. Sandalyelere oturup muhabbet edenler, uyuyanlar..İki tane çok kötü fotoğraf çekip, oradan da kaçtım.


Bu camiyi gezmenin en zor tarafı her tarafın mermer ve havanın da çok soğuk olması. Üşümekten resmen kramp girdi ayaklarıma. Ortalıkta oyun oynayan çıplak ayaklı bir sürü miniminnayı gördükçe daha da üşüdüm..
Arada bir de Azer sarayı gezdik ama çok da ilgilenmedim. Haydarabad'da, Tunus'ta gördüklerimden sonra zayıf olmasa da olağan geldi bana. Hiç görmemiş olanlar mutlaka görsün derim yine de.
Bıuradan sonra program devam ediyordu, çarşı, Kasiyon tepesi, yemek şeklinde ama biz 13 kişi (Sayı tam tuttu, biliyorum) gruptan ayrılıp, çoook iyi bir yerde yemek yiyip, biraz içip, otele kendimiz dönmeye karar verdik. Bu sayede "ayrılıkçı" ünvanını almaya da hak kazandık.




İyi ki de ayrılmışız. Sokaklarda aylak aylak dolandık, güzelim resimler aldık, biralar içtik ve en sonunda tavsiye üstüne Şam'ın en ünlü restoranlarından birine gittik. Şimdi aşağıda yazacaklarımı abarttığımı düşünebilirsiniz ama fazla değil, az bile anlatacağım..
Oraya onbir kişi gittik. Köşede kocaman yuvarlak bir masaya yerleştik. Ne isteyelim diye bakarken 3350 paunda 4 kişilik meze gördük. İki tane isteyelim derken, abartmayalım, dört kişilik olsun, bir de ana yemek yeriz dedik. İyi de yapmışız. Dört kişilik derken öyle bir meze geldi ki, onbir kişi bitiremedik bile. Öyle olunca çoğumuz ana yemeğin sadece tadına bakabildik. Bu arada Melike'nin ısmarladığı sarmalar harikaydı. Erkan'ın ise ısmarladığı yemeğin mumbar dolması olduğunu anladığı andaki suratı:))))
Hesabı istediğimiz anda garsonun ifadesi ise son derece netti:"Hayır, gidemezsiniz. Tatlı yemek zorundasınız. İkramdır". Peki dedik ama daha önce getirdikleri tatlı porsiyonlarını gördüğümüz için "Bari sadece bir tepsi getir, meyve de verme " dedik ama nafile. Üç koca tepsi karışık tatlı, iki tepeleme meyve tabak geldi önümüze. Üstüne bir de biz başka tarafa bakarken garsonların tabağımıza bırakıverdiği künefe. "Yiyemeyiz biz bu kadar" dediğimizde de "Eve götürün o zaman" cevabı. Zaten Selda'ya bir paket geldi bile..
Bu arada bu başımıza gelenlerin ! hiçbiri dil bilmemekten değil. Sağolsun Selda arapça bildiği için derdimizi güzel güzel anlattı ama nafile!!




Ve bütün bu yemek içtiğimiz şaraplar, biralar, çaylar, kahveler ve zaten hesaba eklenen %10 dışında bir o kadar da bizim bahşiş olarak eklememizle adam başı elli lira tuttu! Şaka değil, gerçek. Zaten bize inanmayanlar için o akşam yemeği hakkında bir destek grubu kurmaya bile karar verdik.


Bir de o akşamın en eğlenceli taraflarından biri orada Türkiye'den rehber arkadaşlara rastlamamız oldu. Masamıza gelip, merhebe dediler, sonra da dışardan fotoğraflarımızı çektiler. Meğer bizim grubun de geri kalanı yakında yemiş, onlar da çıkıp dışardan fotoğraflarımızı çekmeye başlayınca olay tamamen koptu. Garsonlar gelip bizimle, özellikle de Melike'yle fotoğraf çektirmeye başladılar. Hatun sarışın ya! Kesin bizi memlekette birşey sandılar.
Oradan da mide doluluğundan sürünerek çıkıp Via Recta'dan (Bilen bilir, tarih dersi daha sonra) aşağıya doğru inip daha önce gördüğümüz St. Paul Cafe'ye gittik. Burada o kadar St. Paul turu yaptıktan sonra kafesine gidip arak içmek çok komik geldi. Çok hoş bir yer. Bir dahaki gelişimde kesin buradayım..
Sonunda 750 paunda taksileri ayarlayıp otele doğru yola çıktık. Ama bizim şöför fena halde kaybolunca zavallıya acıyıp bin paund verdik. Yatağa girdiğimde saat 02:00'yi geçiyordu.
Sonuçta güzel bir gün yine harika bitti:))
Yarın Halep'e...

Hiç yorum yok: