Sayfalar

27 Ocak 2009 Salı

BUDA'NIN DOĞDUĞU YER

Hava çok ama çok sisliydi..Kutsal banyan ağacı..Havuz da Buda'nın ilk banyosunun yaptırıldığı yer.

Garip olduğunun farkındayım ama hoşuma gitti..Bu benim domates çorbam..

Buralara kadar gelmişim, bari şu yeri göreyim dedim. Görmesem zaten yapacak, gidecek başka yer yok ki. Hayatımda minicik adalardan tutun da dağ köylerine çok ıssız yer gördüm. Ama bu en fenası. Budizm gibi bir din için o kadar önemli olan bir yer nasıl bu halde olabilir, aklım almıyor. Daha önce gazetede yabancı bir Budist rahibinin bundan söz ettiğini okumuştum ama bu kadar ciddi olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çıkmadan bir duş yapayım dedim, tabii ki duş var ama sıcak su yok. Kovada ısıtıp getiriyorlar. Olsun en azından sıcak su..
Dışarda korkunç bir sis var. Yan odamda kalan Brenda'yı gördüm, bisiklet kiralayıp parka gitmiş ama o kadar çok sis vardı ki, hiçbirşey göremedim dedi. Olsun, bari en azından yürüyüş olur deyip çıktım yola. Yakın zaten, yürüyerek belki 15 dakika. Kapıda bir sürü rikşacı, yok kardeşim yürüyeceğimi anlamak istemiyorlar. Girişte biletimi aldım, fotoğraf için ayrı bir bilet almak gerekiyor. Ama hava hala o kadar sisli ki, fotoğraf falan çekilmez burada. İçerde çeşitli zamanlardan kalma stupaların temelleri var. Sadece Buda'nın doğduğu yerin kalıntılarının üstü çelik bir iskeletle kapatılmış. Öyle bir iskelet ki, o kalınlıkta çelikler ancak Boğaz Köprüsü'nde bulunur. Yıkılmasından pek korkuyorlar anlaşılan. Bir de içeri girerken ayakkabıları çıkarmak lazım ama benden başka kimsenin ayakkabısı yok zaten, herkes lastik terliklerle dolaşıyor. Ayakkabıları bırakırken biraz korktuğumu itiraf etmem lazım, her nekadar kutsal bir yer olsa da bunların sağı solu belli olmaz. İçerde birkaç kişi dua ediyor. Kalıntıların etrafındaki platformda da dua okuyup dönenler var, onlara uydum, bir tur atıp dışarı çıktım. Ayakkabılarımı kaybetme korkusundan o ulvi anı pek yaşayamadım doğrusu.
Dışarda dev bir ağaç- kutsal ağaç- altında dua eden rahipler, dua bayrakları, herşey sis altında. Tamam, sis fotoğrafa izin vermiyor ama ortalıkta o kadar mistik bir hava var ki. Bir de dün gece gördüğüm garip rüyalar eklenince, acaba bu Buda'dan bana bir işaret mi diye bir saniye kadar düşündüm. Neyseki bu esinlenme anı fazla sürmedi, hemen geçti..Bir de bu yaştan sonra git Budist ol. Tövbe tövbe:)))
Burada başka görülecek tek şey, her ülkenin budistlerinin kurduğu tapınaklar..Ama sağım solum tapınak olmuş zaten, bir de Taylandlıların, Japonların tapınaklarını görmek istemedim işin doğrusu. Zaten bunların hepsi yeni, işleyen tapınaklar. Ortalıkta da yakaladığını Budist yapmaya çalışan rahipler dolanıyor. Aynen köye geri döndüm, çayımı alıp bir köşe buldum kendime, keyif yaptım.
Akşamüstüne doğru hostelin kapısında, orada çalışan genci gördüm, size not var dedi. Bir baktım, kayıt defterinin arka sayfalarından birinde '' Dear Arzu, ben buradayım, seni çok özledim'' diye bir not. Köşede de çantası: Hapi gelmiş ve beni burada bulabilmiş. Uçtum sevinçten. Biraz sonra yanımdaki odayı almış, geri geldi. Meğer benim bir saat arkamdan terminale gelmiş, Tomsen'e gidecekti. Ama otobüs falan yok, Ocak 12'de başlayacakken engelledikleri grev ben yola çıktıktan hemen sonra başlamış meğerse. Bendeki şansa bakın. Terminalin yanındaki, ''Hayatımda gördüğüm en kötü yerdi'' dediği otelde bir gece kalmış, sabah 6'da gittiğinde Lumbini'ye otobüs görünce atlayıp yanıma gelmiş. Sanırım bu erken saatte azıcık grev kırmış arkadaşlar, çünkü bu greve taksiler bile katılıyor. Böylece yanyana odalarda üç kız olduk. Brenda'yla ikisini tanıştırdım, zaten Brenda yarın sabah Bahairuawa'ya gitmek için taksi ayarlamış, ben paylaşalım dedim, Hapi de burada hiçbirşey olmadığını görünce bize katıldı. İkisi Nepal'de doğuya devam edecekler, ben de taksiye biraz daha para verip, onları terminale bıraktıktan sonra sınıra. Hapi koşarak Buda'nın doğum yerini görmeye gitti, biz de restorana. O akşamı da öyle geçirip erkenden hostele yollandık.
Gece bir öncekine göre epey sakin geçti. O çakal sürüsüne benzer, köydeki bütün köpekleri alarma geçiren sesleri bir daha duymadım. Ortalık o kadar sessizdi ki, pek tekin gelmedi bana. Eh, ne de olsa trafik sesi, hatta insan sesi duymamak bizim gibi şehirliler için garip sayılır.
Sabah daha alarm çalmadan uyandım. Kızların kapılarını da tıklattım, uyanmışlar. Eşyalar zaten hazır, 6'da çıktık otelden. Yanda minnacık bir minibüs var. Bizimki. Eşyaları koyduk, arkaya yerleştik. Son dakikada bir de Japon eklediler ön tarafa. Brenda bu yol için 700 rupi ödedi, yalnız olacak diye. Yani iyi ki biz de gitmişiz beraber, acentacı çocuk pek memnun olmasa da duruma..Buradan Bahairuawa'ya 18 km yol var. Hava daha karanlık, sis her tarafı örtmüş. Arada ufak tefek ışıklar seçiliyor. Ama o anda kendimi dünyanın en şanslı insanlarından biri gibi hissettim. Dışarda o karanlık, soğuk, yabancı dünya, bense dünya tatlısı iki arkadaşımın arasında sıcacık, güvende gidiyorum. O hissi çok uzun zaman unutmayacağım.
Bahairuawa'da kızları otobüs garajına bıraktık, şöför onları otobüslerine bindirdi. Ayrılmak zor geldi ama yönlerimiz farklı. Öpüştük, sarıldık, ben minibüsle sınıra doğru devam ettim. Sınırı geçmeden üstümdeki son Nepal paralarını Hint rupisine çevirdim. Gümrüğü ararken peşime bir rikşacı takıldı, gel, sadece 10 rupi diyor. Yok sağol deyip daldım gümrük binasına. Sabahın bu saatinde benden başka kimse yok, iki güleryüzlü görevli o kadar. Formu doldurup pasaportu damgalatıp çıktım. Tabii bu arada klasik muhabbetler..Nerelisin, Nepal'i sevdinmi, neden yalnızsın? Birçok ülkenin suratsız görevlilerinden sonra iyi geldi doğrusu. Dışarı çıktığımda rikşacı hala oradaydı. Pek de güleryüzlü bir adam. Hadi dedim, götür bakalım. Tam tırmanırken, gümrük görevlileri koşarak çıktılar binadan.Madam, madam! Bana sesleniyorlar. Eyvah dedim yine bir sorun var. Sorun falan yokmuş. Meğer içerde kalemimi unutmuşum, onu getiriyorlarmış bana..Eh, Nepallilerden de başka birşey beklemezdim zaten.
Yolda bu sefer rikşacı amcayla muhabbete başladık. Kıyafetinden belli, müslüman. 45 yaşında, iki karısı ve tam on çocuğu varmış. Bazıları böyle kendine acındırıp, fazla para koparmaya çalışır. Ama bu adamın alakası yok. Anlatırken gözlerinde garip, gururlu ama biraz da hınzır bir ifade var. Hani kendisiyle, ailesiyle gurur duyan bir adam. Heryerde gördüğüm rikşacılardaki zavallı ifade yok yüzünde. Sağlıklı, kazandığı parayla ailesini geçindirebilen bir adam bu.
Neden mi bu kadar anlatıyorum? Çünkü bu gerçekten ender bir şey. Rikşacılar burada toplumun en alt tabakasını oluşturuyor. En az kazanan, en çok aşağılanan insanlar. Bu adamda hiç öyle bir hava olmaması ilginçti işte..
Hint tarafında daha hayat başlamamış. Nepal tarafı kıpır kıpır, ışıklar, insanlar..Ama burası hala uyuyor. İki ülke arasında 45 dakikalık fark var, tamam da, bu kadar mı belli olur. Yolun solunda dükkanımsı bir yer, üç tane adam ve bir masa. İşte Hint gümrüğü. Burada da bir form doldurup yine muhabbetimizi edip tekrar yola koyuluyoruz. İlerde bir sürü otobüs var, Gorakhpur diye benim rikşacıya sesleniyorlar, tınmıyor bile. En ilerdeki en temiz, en yeni otobüsün arkasına çekiyor, ''İşte bu'' diyor. Çantamı bagaja verip, beni otobüse çıkarıyor, en ön koltuğu gösteriyor, beni oturtup elimi sıkıca tutuyor. ''İyi şanslar, dikkat et'' dedikten sonra son bir gülümseme ve gözden kayboluyor.
Buradan Gorakhpur'a yol üç saat kadar sürdü. Klasik bir Hint otobüsü, filmimiz, sallantılar. Yine de ben uyumayı başardım. Sardım sevgili uçak battaniyemi kafama, omuzlarıma, gözümü açtığımda Gorakhpur'daydım. Tren istasyonu nerede diye sorarken, gülerek gösterdiler. Tam önündeymişiz meğerse. Çantayı yüklenip girdim. Saat daha erken, ortada fazla kalabalık yok o yüzden. Solda rezervasyonsuz bilet gişesi, sağda rezervasyon. Soldakine yöneldim, Varanasi'ye ilk tren 14:20'deymiş. 33 rupi, aldım bileti. Ama içim rahatsız, bu kadar ucuz olamaz. Adama bir daha sordum, bu kaçıncı sınıf? Karşıyı gösterdi, normal, yanisınıfı olan demek istiyorum, biletler oradan alınıyormuş. Anladım şimdi. Gandhi'nin hep bindiği ünlü 3. sınıfa bilet almışım. O tıklım tıklım, yer numarası olmayan, gerçek Hindistan'ı tanımak istiyorsanız binin dedikleri tren bu. Kimse kusura bakmasın ama ben Gandhi değilim. Daha ilk günümde de, üstelik o kadar uzun yolum varken, gerçek Hindistan'ı sonra tanırım deyip, yeni bir bilet almak için yöneldim. Hindistan'da en ucuz ve en rahat ulaşım şekli gerçekten tren. Çok büyük bir organizasyon, hergün milyonlarca insan trenle yolculuk ediyor. Çeşitli sınıflar, çeşitli trenler var. Bunların hepsi de otomatize edilmiş, bilgisayarla kontrol ediliyor. Biletler genelde önce rezerve edilip, sonra satın alınıyor. Bazen istediğiniz yere bilet bulmak bir sanat dalı haline gelmiş. Tabii Hintliler çok iyi biliyor ama benim gibi gelmeden çalışsa bile yabancılar zorlanıyor. Bu o kadar detaylı bir konu ki, bununla ilgili web sayfasına ayrı bir yazı yazmaya karar verdim. ''Hindistan'da Tren Yolculuğu, Nasıl Bilet Bulunur'' diye..Bir ara artık.
Burası büyük bir istasyon olmamasına rağmen, yine de yabancılar için ayrı bir gişe var. Ama önce bir form doldurup, nereden nereye hangi trenle gideceğinizi yazmanız lazım. Bir de ev adresinizi..Nedense artık? Bayramda kart mı gönderiyorlar yolculara?
Yazdım, verdim. Adam biletimi hazırladı, 345 rupi. Şimdi oldu galiba dedim..Ama saat 2'de geri gel dedi. Bilete baktım, WL37..Yani bekleme listesindeyim. Bu tren 15:30'da kalkıyor ve Varanasi'ye ertesi sabaha kadar başka tren yok. Burada kalmak da istemiyorum ama beklemekten başka yapacak birşey yok. Çanta ağır, emanete bıraktım.
Çıkıp şehri dolaşayım dedim ama burada gerçekten birşey yok. Ana cadde de bir pastane buldum, oraya girdim. Dışarının çılgınlığından sonra iyi geldi. Biraz pasta yiyip, tekrar düştüm yollara. Biraz yürüyüp, bu sefer President Hotel'e girdim. Restoranında bir kahve içeyim dedim ama sigaraya izin olmadığı için kahvemi lobiye getirtip orada içtim. Oradan da çıktım. Daha dünya kadar vaktim var ama yapacak birşeyim yok. Tekrar istasyona gelip, bütün istasyonu en az on kere tavaf edip, bütün gereksiz dergileri okuduktan sonra saat 2'ye yaklaştı da tekrar gişeye gittim. Bu gişe turistler, gazeteciler ve kadınlar için olmasına rağmen, her tip var. Hepsinin elinde formlar, bazılarının bilet alması 20 dakikayı buluyor. Bir de araya kaynamaya çalışanlar..Sustum, sustum ama en sonunda dayanamadım. Önüme girmeye çalışan çocuğu arkaya yolladım. Aynı şeyi birkaç kere yaptıktan sonra, bu sefer kuyruktakiler de bana yardıma başladı. Biri araya girmeye çalıştığında benden önce atlıyorlar: ''Burada kuyruk var, arkaya'' diye. Çok güldüm içimden. Yani ben olmasam, herkes önlerine geçecek, onlar da öyle bakacak. Buranın insanı işte..
Yarım saat sonra sıra en sonunda bana geldi. Bu arada arkamdaki amca bana bir form daha doldurttu. Bileti, formu uzattım, adama mümkünse pencere kenarı istediğimi söyledim. Adam yüzüme garip garip baktı..İptal etmek istemiyorsan niye form doldurdun dedi. İşte o an yüreğime inecekti. Pencere kenarı demesem benim bilet iptal. Neyse, yazdı yer numaramı, sevinçle ayrıldım oradan. Burada kesinlikle bir gece geçirmek istemiyorum çünkü. Çantamı alıp yollandım perona, hala pek bir fikrim yok nasıl bir yer aldığım hakkında. Önce arkadaki tahta koltuklu vagonlara baktım, yok değil. Bir görevliye sordum, gösterdi..Vayyy dedim, hiç de fena değil. Anlaşılan klimalı, kuşetli vagondan yer almışım. Çok iyi..Yastıklar, battaniyeler bile var. Şansıma yanım da boş, sadece karşımda bir bey var..Yolda çaydı, muhabbetti, uykuydu derken çabuk bitti. Bir saat rötarla en sonunda gece 10'da Varanasi'ye vardım. Bu arada benim biletteki diğer kodların da sırrını çözdüm. Meğerse yerim garantiymiş de nerede oturacağım belli değilmiş. O sıralara girmek yerine vagonlardaki listelere beksam – aynı herkesin yaptığı gibi- yerimi bulacağım. Meğer boşuna korkmuşum o kadar buralarda kalacağım diye.
Prepaid taksiyi ararken, yanıma bir genç geldi. Taksi dedi, yok dedim, nereye dedi, Shanti Guest House dedim, 60 rupi dedi. Aslında o kadar tutmaz ama yorgunum, saat geç, hadi götür bakalım dedim. Bakımlı, temiz bir tripodun yanına geldik. Çantamı koydum, başladı bana otel satmaya çalışmaya. Rezervasyonum var, arkadaşlarım orada deyince beğenmedi, oradaki bir rikşacıyı çağırıp, onunla git dedi. Benim için farketmez. Adamcağız zar zor koyuldu yola, bir yerden sonra da indi, çekmeye başladı. Eh, benim ağırlığım, bir de çanta, bir de yokuş, fena zorlandı zavallım. Bir yerde kenara çekti, indirdi beni, yüklendi çantamı, beni takip et dedi. Buranın sokakları o kadar dar ki, rikşalar bile giremiyor. O karanlıkta beni labirentimsi sokaklardan geçirip hostele getirdi. Kendim o karanlıkta hayatta bulamazdım burada yolumu. Adama öyle bir para verdim ki, gözlerine inanamadı. Fiyat 60'tı ama eminim onun en az yarısını hanutçu bozuntusu alacak. Böylece iyi para kazanmış oldu. Sonuna kadar haketti bence. Çok zor ama keşke Ersoy da böyle birine denk gelse diye geçirdim içimden..
Hostelde sadece iki tip oda boş, biri 150, diğeri 1000 rupi. Ne yapacağım ben pahalı odayı deyip, 150 rupiliği aldım. Çok küçük bir oda, dışarı penceresi yok ama benim için gayet yeterli. Hatta kendi banyom bile var, her nekadar sıcak su olmasada. Yukarda kocaman bir teras, internet, restaurant, herşey var. Üstelik önümde Ganj manzarası. Daha ne isterim?
Dün biraz çıkıp dolaştım, para çektim, akşam da milletle muhabbet..Çok heyecanlıydım aslında, bugün Ersoy gelecek diye. Bir türlü uyku tutmadı. İstasyona gitsem karşılamaya diye düşündüm hatta ama kapı kilitli, dışarda kimsecikler yok. Cesaret edemedim. Burası gece yarısından sonra bayağı korkutucu bir yer. Her yer sis ve duman kaplı. Çünkü ölü yakma işinin çoğu gece yapılıyor, kokusunu bile alıyorsunuz. İşin bu tarafını sevmedim ama nehre bu kadar yakın olunca..Üstelik o gece sessizliğinde duyduğum bazı seslerin de tam karşımızdaki binadan geldiğini farkettim. Krematoryummuş meğer..
En sonunda biraz uyuyup uyandığımda saat altıbuçuktu. Ersoy ha geldi, ha gelecek derken onbir oldu. Ve ben fena halde endişelenmeye başladım. Tren rötar mı yaptı, başka birşey mi oldu diye..İnsanın aklına neler geliyor. En sonunda mailini kontrol ettim de rahatladım, meğer bugün yola çıkıp, yarın burada olacakmış..
Ve işte hala buradayım..Terasta manzara karşısında yazıyorum. Burada hayat zaten damlarda devam ediyor. Müzikler, dans edenler burada, uçurtma uçuranlar, çamaşır kurutanlar burada. Bütün bu hayatın yanısıra da nehrin karşı kıyısında yakılmış bir ateş. Orada da ölü yakıyorlar, Ganj gatlarında yakılmak bile bir ayrıcalık. Karşı kıyı ise daha fakirlerin yeri. Yine de onlar bile şanslı, en azından o ateşi yakacak odunu alacak paraları varmış.
Bir de tabii maymunlar var. Türkiye'den ayrılmadan bir belgesel seyretmiştim: Maymun İstilası diye. Hindistan'daki bazı şehirler maymunlar tarafından ele geçirilmiş durumda. İnsan ve hayvan krallıkları içiçe yaşıyor. Varanasi de öyle bir yer. Bizim terasın da etrafında dolanıyorlar, tepede geziniyorlar ama içeri girmiyorlar. Ya da düne kadar öyleydi. Dün köşe masada oturmuş birşeyler okurken, karşımdaki direğe bir maymun geldi. Baktı baktı gitti. Arkasından iki kere daha geldi ama yine sadece baktı. En son sefer geldiğinde ise dosdoğru masaya, karşıma atladı. Genç bir erkek. Baktım acaba ne istiyor diye. Gözleri masadaki Marlboro paketine kayınca anladım niyetini, ani bir refleksle ondan önce kaptım sigarayı. Çılgına döndü, saldıracak gibi oldu ama saldırmadı ve gitti. Günün ilerleyen saatlerinde birkaç kere daha geldi, tepemizde bir sürü gürültü yaptı. Yan damdaki gençler zaten işaret ettiler, hala orada, içeri git diye. Böylece maymun korkusundan bütün gün bir daha terasın kenarına fazla yaklaşmadım. Ama o köşeye onun için bir Hint sigarası ve boş bir Marlboro paketi bıraktım. Ne yapacaksa artık. Ama benim pahalı Marlboro'mu kimseye kaptırmadım..
Şimdi bekliyorum, yarın Ersoy burada olacak..

Hiç yorum yok: