27 Ocak 2009 Salı
VARANASI
Bu aralar çenem fena düştü farkındayım ama unutmayın, bunları sadece siz okuyun diye değil, aynı zamanda kendim için yazıyorum. Hatta kendimi kaptırıp, başkalarının okuyacağını unuttuğum çok oluyor. Yazarken hem neler yaşadığımı hatırlıyorum, hem de tekrar gözden geçirebiliyorum. O yüzden bazı yerlerde olanları fazla direkt anlatıyorsam kimse kusura bakmasın.
Bugün burada Cumhuriyet Günü, resmi bayram. Biz burada ne olduğunu pek göremesek de, arada atılan havai fişekler normal bir gün olmadığını anlatmaya yetti. Sonuçta kimse buraya yaşasın, ailemizden biri öldü, onu yakmaya geldik diye göbek atmıyor.
Bu akşam yemekten sonra bir bira içelim dedik. Kalmamış. Meğer burası da Tayland gibi, resmi bayramlarda içki satışına izin vermiyormuş. Hatta bütün bölgede içki satabilen çok az yer var. Sonuçta kutsal bir yer. O yüzden içki satsalar bile bu gayrı resmi, menülerde görmek imkansız. Tabii, benim kaldığım yer sırtçantalı cenneti ve bizim tayfası olan bütün birayı içmiş. Varolan son birayı da çocuklar bana getirdi, hem de herkese yok dedikten sonra. Şimdi de bana burada kraliçe oldun diye dalga geçiyorlar. Sırf can sıkıntısı..Durum öyle olunca ben ve üç İngiliz düştük sokaklara. Asıl mesele bira bulmak değil, bulup bulamayacağımızı görmek. Bazen bazı şeyleri sırf yapıp yapamayacağını görmek için yapar ya insan. Zaten iyiki çıkmışız. Gece sis altında burası daha bir garip, dünyadışı bir yer haline geliyor. Hele ki gatlar..Bir sürü ateş, gündüz vakti göremeyeceğiniz bir sürü garip insanlık hali. Gölgeler, hayvanlar, binalar..Hepsi farklı..O dapdar, labirent sokaklarda yürürken birden bir sedyeyle taşıdıkları ölüyle size sürtünerek geçiveriyor insanlar. Gündüz dilencilerden yürüyemezken, gece bomboş geliyor nehir kıyısı insana. Ateşlerin başı hariç, her yer bomboş. Sanki Varanasi'de değil de onun başka bir boyutundaymışsın gibi geliyor insana. Anlaşılmaz bir güven duygusu.. Ama tamamen yanıltıcı. Varanasi'nin en tehlikeli saatleri bunlar, hele ki bizim gibi yabancılar için. Çok ilerde bir otelin terasında bira bulup, birer tane içip misyonumuzu tamamladıktan sonra geri dönerken anlıyorum bunu. Misyon : İmkansız yoktur, yeterince uğraşırsan herşey mümkündür. Sadece bu sefer birayla test etmiş olduk bunu. Zaten hepimiz aynı fikirdeyiz. Amaç içmek, sarhoş olmak değil. Yasak olan birayı bulup bulamayacağını görmek. Çekici olan hep yasaklar değilmidir zaten? Biz Havva'nın çocuklarıyız sonuçta.
Dediğim gibi, Varanasi, özellikle gece hiç tekin bir yer değil. Uyarıları ciddiye almak lazım. Arkadaşım Darrel'ın birlikte seyahat ettiği bir Kanadalı adam var. Bu ikisi bir tekne kiralayıp, nehirde tura çıkıyorlar. Ölü yakma gatlarında fotoğraf, kamera kesinlikle yasak. Ama bizim Kanadalı, tekneyi iyice yaklaştırıp olayı filme almaya başlayınca kıyamet kopuyor. Karadakiler saldırıyor bunlara. Tekneci de kürekleri bırakıp izin veriyor bunların tartaklanmasına. Bir sürü sorun ve polisle uğraştıktan sonra zor kurtuluyorlar ellerinden. Bu arada Darrel'ın olayla hiç alakası yok, tek sorun aynı teknede olmaları. Kanadalı adam herşeyi filme çekmek konusunda takıntılı. Gerçekten pek normal de görünmüyor zaten. Yanlış yol arkadaşı insanı ne hallere düşürebiliyor...
Üstelik anlamıyorum. Bize çok ilginç geliyor ama bu, adamların hayat tarzı, inancı. Hangimizin hoşuna gider, sevdiğimiz birinin cenazesinde turistler? Fotoğraf, film çeken insanlar. Onlara saygısız demezmiyiz? İşte gatlarda fotoğraf çeken turistler de aynen bu. Saygısız. Sırf eve dönüp üç dakika göstereceğimiz fotoğraflar için, Hindu'ların en kutsal ayinlerinden birini kirletmek? Ayıp diyorum, o kadar. Gezmek keyif içindir ama biraz da kendini bilmeli insan..
Bu arada hayır, kendi kendile çelişkiye düşmüş değilim. Sonuçta birayı kimsenin dini töreninde, cenazesine içmiş, acılı bir zamanlarını turistik bir atraksiyona çevirmiş değiliz. Yasaklar farklı farklıdır. Resmi bayramda bira içmek kimseyi yaralamaz ama cenazeyi panayır haline getirmek...Bu da benim görüşüm sonunda...
Bana bunun ne kadar tehlikeli olduğunu anlatan buradaki aşçımız oldu. Nedense ilk günden beri pek bir muhabbetimiz var. Bu akşam gatlardan geçtiğimizi söylediğimde gözleri faltaşı gibi açıldı. O azıcık ingilizcesiyle bana ''Sakın bir daha yapma, çok tehlikeli'' dedi. Turist korkutma numarası olmadığı, çok endişelendiği her halinden belliydi. ''Durmadık, fotoğraf çekmedik, hatta o tarafa bakmadık bile ''dediğimde,''Olsun,bir daha sakın yapma'' dedi. Hintliler sakin gibi görünebilir ama bir anda alev alabilirler, biliyorum. Linçler, katliamlar, vahşet bu ülkenin her yerinde. Hele de değerleri söz konusuysa. Bu da İngilizlerin bıraktığı miraslardan biri. Nasıl Güney Amerika'da yabancılara hala İspnyol istilacı gözüyle bakılıyorsa, burada da İngiliz gözüyle bakılıyor. Nefret had safhada..
Bundan sonra daha dikkatli olacağım....
En sonunda sevgili odama geldim. Bir taraftan da yazıyorum ama biraz da uyku tutmadığı için..Ersoy'un gelmesine saatler kaldı ve biz ilk defa bu kadar uzun zaman ayrı kaldık. Hepsi benim suçum aslında. Tamam, yalnız gezmeyi seviyorum ama anlaşılan bu Ersoy'dan önceymiş. Denedim, gördüm. Olmuyormuş.
Dışardan, yani hostelden hala gürültüler geliyor. Odamın dışarı penceresi yok ama içeriye bir sürü var. Bugün düşünüyordum, neden böyle binalar yapar insanlar diye. Ortada bir sahanlık, etrafında odalar ve odaların sahanlığa bakan pencereleri, kapıları. Bir anda düştü jeton. Çünkü bunlar aslında ev olarak yapılmamış. Gelen hacılar için konaklama yerleriymiş zamanında. Etrafta böye hala bir sürü yer var, bizimki sadece yabancılara göre değiştirilmiş. Büyük ihtimalle zamanında benim odam gibi yerleri ailelere kiraya veriyorlardı. Bu kadar bir yer, yer yataklarında yatınca Hintli kocaman bir aileye yeter de artar bile.
Bir de bu akşam konuştuğumuz şeylerden biri ilginçti. Ne kadar gezerse gezsin Hindistan birçok kişiye zor gelir. Pislik,kalabalık hepsi bir tarafa, en çok dolandırıcılar, dilenciler bezdirir çoğumuzu. O kadar ki artık herkese önyargıyla bakmaya başlarız. Bizimle her konuşan mutlaka birşey istiyormuş gibi gelir. Ne yazık ki çoğu zaman da doğrudur bu. Elini sıkacağını zannettiğin adam masaja başlar, üstüne para ister. Alnına bir tikka koyar, bin rupi der. O kadar çok dolandırıcıyla karşılaştıktan sonra insan yavaş yavaş sertleşmeye başlar. Bunun en kötü tarafı da gerçekten dürüst insanlarla dolandırıcılar birbirine girer, artık kimin ne olduğunu ayırdedemez hale gelirsiniz. Buraya gelen bir çok yabancı ilk haftadan sonra ufaktan paranoyaklaşmaya başlar. Bende de farklı değil durum. Daha önce geldiğimde de aynı şey gelmişti başıma. Ama bir türlü normalleşememiştim. Şimdi, o kadar tecrübeden sonra daha rahatım. Bazı konularda çok sertim, dilenciler, benden para koparmaya çalışanlar. Onun yerine bir hesap yaptım. Dilenciler yerine o gün bana en çok yardım eden garsona, çalışana iyi bir bahşiş veriyorum. Bunu da adaletli yapmaya çalışıyorum. Örneğin ben buradan ayrılmadan günümün çoğunu geçirdiğim terastaki her garson benden aynı derecede iyi bir bahşiş almış olacak. Dilenciler ise sadece sert bir surat, gerekirse de sert bir hareket ya da laf. Sonuçta bütün dilenciler aynı mafyaya çalışıyor..Dilenen yerine çalışana vermeyi elli kere tercih ederim.
Aklıma geldi. Yemeklerle aram nasıl merak eden varsa anlatayım.Şu an iyi, hele ki normal yoğurt varken. Burada kendileri yapıyorlarmış yoğurdu, çok güzel. Tatlı falan da değil, bildiğimiz yoğurt. Son birkaç gündür midem pek fena, bir aydır hiç tam düzelemedi zaten ama bu aralar öyle böyle değil. Sanırım yağlardan. Biraz daha sıkayım dişimi, geçer diye düşünüyorum. Biliyorum, bir ay uzun zaman ama morali bozmamak lazım. Yakında iyileşirim. Kimse merak etmesin, hergün dünya kadar su içip, mutlaka yemek yiyorum. Ölmem, sadece biraz acı çekiyorum, o kadar.
İyice uykum geldi ama Ersoy aklımda. Tek istediğim onu sağ salim yanımda görmek. Bugün öğlene kadar endişeden öleceğim sandım. Bir daha aynı şeyi yaşamak istemem...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder