Tunus'ta düzgün çalışan bir demiryolu şebekesi var. Daha önceden de kontrol ettiğimiz için 08:40'ta Tunus'tan kalkan ve Sousse'da duran bir tren olduğunu biliyorduk. Otelde kahvaltımızı edip, yürüyerek istasyona gittik.
Kahvaltı deyince sakın gerçek kahvaltı anlamayın. Burada kahvaltı demek genelde bir parça ekmek ya da kruasan, yanında da reçel ve tereyağı- ya da margarin- ve sütlü kahve demek. Daha kaliteli yerlerde çikolatalı kruasan bile olabilir ama kesinlikle tatlı birşeyler gelecektir. Beğenmiyorsanız, peynir- zeytininizi yanınızda taşımaktan başka çareniz yok demektir.
Biletlerde iki sınıf var. Yüksek sınıf olan iki dinar daha pahalı ama koltukları geniş ve rahat. Yer numarası yazması da aldatmasın, yabancılar dışında kimse takmıyor. Biz de fark o kadar az olunca her ne kadar yolumuz sadece iki saat olsa da birinci sınıfa bilet aldık ( daha doğrusu ben aldım)..Biletleri göstermeden perona giriş izni yok. Biz içeri girdik, tamam tren de orada ama ben hala rahat rahat sabah sigaramı içebilmiş değilim. Oradaki görevliye sordum, burada içilir mi diye, gülerek bana oradaki minicik büfeyi gösterdi. İşe bak, peronda yasak ama beş metrekarelik, havalandırmasız büfede serbest. İlginç adamlar ama benim çok hoşuma gidiyor bu iş. Ersoy trene gitti, ben de kendime güzel bir kahve alıp yaktım sigaramı. İçerde benden başka birkaç kişi daha vardı ama tek kadın ve tek yabancı benim. Yine de etrafa baka baka rahatça sigaramı, kahvemi içtim, kimse de ne lafla, ne bakışla rahatsız etmedi beni.
Tren tam zamanında hareket etti. Binalar yerini yavaş yavaş köy evlerine, zeytinliklere bıraktı. Aralarda da uzun kaktüslere. Çöl buralara kadar sokulmuş ama insanoğlu da ekerek girmeye çalışıyor içine çölün. Vagonda içecek servisi bile var..
Hammamet'ten bir turist grubu bindi bizim vagona. Klasik 60-70 yaşlarında kuzey avrupalı teyzeler ve amcalar. Hallerinden belli, Hammamet'teki “Herşey dahil” otellerden birinde kalıyorlar, herhalde canları sıkıldı, Sousse'ye bir günlüğüne gidiyorlar. Görünmez bir “All inclusive” etiketi yapışmış alınlarına:))
Sousse'da inince şöyle bir etrafa bakındık. Elde harita var ama gideceğimiz yerin uzaklığını kestiremeyince bir taksiye bindik. Kalmak istediğimiz yer surların içinde, eski şehir tarafında kalıyor. Oraya gelmemiz bir-iki dakikadan fazla sürmedi ve sadece 60 kuruş tuttu, yani bir liradan az. O kadar yakın olduğunu bilsek binmezdik taksiye. Ama zaten zor olan kısım oradan sonrasıymış. Pazar olduğu için iki yüz metrelik mesafeyi sırtçantalarıyla yürümemiz neredeyse on dakikamızı aldı. Otelin adı Emira. Resepsiyondaki amca çok iyi ingilizce konuşuyor ve odaya bir bakın önce, ne kadar vereceğinizi söyleyin diyor. Gösterdiği oda çok temiz ve sevimli. Her yer rengarenk fayans, hatta yatağın şiltesi bile fayanslarla süslü bir beton altlığın üstüne yerleştirilmiş. Odanın, hiçbir yeri görmeyen, yüksek duvarlarla çevrilmiş, içinde bir masa, iki sandalye ve birkaç yeşillik bulunan bir balkonu bile var. Yüksek duvarlar olmasa ne görürdük diye merak ettim, sandalyeye tırmanıp baktım. Manzara yok, etraf binalarla çevrili. Oda önde olsa belki manzara olurdu ama o pazar yeri gürültüsünü çekeceğime manzarasız kalırım daha iyi. En azından rahatça, tepem açık oturabileceğim bir yer var. Her na kadar soğuktan fazla kalamasam da..
Tek kötü tarafı her zamanki gibi..Banyo bir felaket.Ama yine de bir öncekinden temiz ve soğuk suyu bile akıyor. Yaşlanmaya başladım galiba, hiçbirşeyi beğenmiyorum.
Odayı aldık, arada amca bahşiş istediğini kibarca belli edince ona da bir beşlik verdik. Eşyaları bırakıp hemen dışarı fırladık. Çok görecek şey var ya!!
Otel zaten sur içinde olduğu için camiye ve ribata ulaşmak beş dakikamızı aldı. Cami restorasyonda ama görevli girmemize izin verdi. Normalde bir giriş ücreti var ama sanırım restorasyon yüzünden alınmıyor, bizden sadece çıkışta bağış kutusuna birşeyler atmamızı rica etti. Sonra da ekledi:”Siz zaten türksünüz. Bu geleneği bilirsiniz” . Elbette biliriz. Yıllardır gruplarla her ziyaret ettiğimiz camiye resmi ya da gayrı resmi bir bağış yapmışlığımız var. Buraya da yaptık tabii ki.
Belki restorasyon yüzündendi ama içerde bizden başka kimse yoktu. Gerçek bir tarih olan mihrabı iyi göremesek de en azından avluyu rahat rahat gezdik. Malezya'daki canavarlardan sonra çok iyi geldi bana.
Oradan hemen ilerisindeki ribata yani kaleye geçtik. Burası da müze konumunda olduğu için bilet almak lazım ve tabii fotoğraf makinesi için de ayrı bir ödeme yapmak. Burada da yeni yapılmış resmi bir törenin izleri var. Bayraklar, süslü bir platform.
Tabii ki buraya gelene kadar törenlerin ne için olduğunu öğrendim. Meğerse devlet başkanının iktidardaki yirmi ikinci yılını kutluyorlarmış. Ülkenin önde gelen bütün şirketleri, hatta resmi kurumları başkanın aynı fotoğraflarıyla gazetelere sayfalarca ilan vermişler, kutlamak için. Başkan babamız çok demokratik. Sözümona yapılan seçimlerde nedense yıllardır hep o ya da onun yandaşları kazanıyor. Gazetelere sansür diye birşeyden sözetmek mümkün değil, çünkü hepsi hükümete bir tarafından bağlı. Çok konuşanların başına da mutlaka birşeyler geliyor..Kendisi bir aziz, karısı da bir azize. Ülkede on beş günde bir yayınlanan bir de ingilizce gazete var. Bir makalede eşinin erdemlerinden, ailesinin ona verdiği mükemmel eğitimden sözediyordu. Kadın başkanın ikinci karısı ve aslen bir kuaför!!Nasıl süper bir eğitim almışsa artık...
(Yanlış anlamayın kuaför arkadaşlar..Ne demek istediğimi siz de çok iyi anladınız bence)
Tamam, bir daha Tunus'a girememeyi garantiledim bu laflarımla!!
Gezmeye devam edelim bari. Bütün o süslere rağmen ribata bayıldım. Hele ki her tarafı tepeden gören kulesine. Buraya çıkarken tek sorun merdivenlerin çok dar ve dik olması. Kesinlikle yaşlılara göre değil. Siz iner ya da çıkarken karşı yönden biri gelirse vay halinize. Sıkışıp kalmak işten değil. Ama dediğim gibi manzara buna kesinlikle değer.
Buradan da çıkınca başka bir ev-müzeye doğru ufak bir tırmanış yaptık. Adı Dar Essid. Yine içinde Orijinal mobilyalarıyla iyi korunmuş bir Tunus evi. Ama diğerinin ihtişamı yok bunda. Benim ilgimi alakasız kulesi ve hizmetkarlar bölümünden ev sahibinin hemen yatağının üstüne açılan pencere daha çok çekti. Röntgencilik için mükemmel..
Bu arada burası da bedava değil. Giriş için iki euro ya da üç bin dinar, fotoğraf için de bin dinar daha ödemek gerekli.
Biraz terasında otururken iyice karnımız acıktı ve merkeze doğru indik. Ne yiyeceğimize karar vermemiz epey zaman aldı ve en sonunda Caracas'a gittik. Tunus işi, pizza, makarna, herşey var burada. Sadece içki yok, bir de sigara içecek açık hava yeri. Yine de o açlıkla dünyanın yemeğini ısmarladık ve her zamanki gibi ben kendiminkini bitiremedim. Bu sefer Ersoy da yardım edemedi, o da kendininkini zor bitirdi zaten. Bu yemekten önce ekmek, zeytinyağı ve acı biber sosu ikramı fena şişiriyor insanı.
Gelen hesap ise inanılmaz derecede normaldi...Bir ton balıklı, bir karbonara spagetti, yine ton balıklı Tunus salatası ve bir litre içecek sadece on dört bin dinar tuttu.
Bu arada porsiyoncuklardan bahsetmiyorum. Diyorum ya, ben bitiremedim bile..
Benim bu bitiremediğim yemekten kalktığımızda saatin sadece bir buçuk olduğunu farkettik. Sousse'da nasıl zaman yetecek derken, herşeyi görmemiz, arada bir de yemek yememiz, hem de koşturmadan, rahat rahat, sadece üç saat sürmüştü. Bari kalkıp sahile gidelim dedik, o da zaten beş dakikalık yol. Denizi gördüğümde neredeyse ağlayacaktım. Bembeyaz, incecik bir kum, sakin, besberrak bir deniz..Girilesi yani..Ama mayolar otelde, bense gidip almak, üstümü değiştirmek için fazlasıyla tembelim. Deniz kenarında bir otelde kalmak varmış. Tamam çok daha pahalı ama bu denize girmek için değer. Pahalı derken de yine sırtçantalı bütçesine göre pahalı. Girişte yüz liraya yakın bir miktar istiyorlar ama sezon dışında buralar neredeyse bomboş, pazarlık yapılırsa eminim fiyat epey düşer.
Ağzım sulanarak denize giren birkaç kişiye baka baka oturduk sahilde. Oradan meydana geri dönüp, tam meydana bakan bir barda birkaç bira içip, etrafı seyredip, otele döndük. Ufak bir siestadan sonra tekrar dışarı çıkıp, sahile gittik. Sezon dışı olduğu için hemen hemen kimse yok buralarda. Arada yan taraftaki barlardan bağrışlar geliyor, bu ara Afrika kupası oynanıyormuş da. Bir de sözümona turistik yer ama hala barlarda bir tek kadın göremedim. Onun yerine bizim gibi sahilde bir taraftan yürüyüp, bir taraftan millete laf atıp müşteri bulmaya çalışan iki gay genç vardı. Zaten Tunus, Avrupalı gaylerin ideal turizm beldesiymiş...Burası da özellikle Avrupalı sex turiziminden en çok pay alan ülkelerden biriymiş dünyada. Hem yakın, hem ucuz..
Dünyanın değişik yerlerini görüp, hemen her yerde bununla karşılaşmaktan midem bulanmaya başladı..
Gece olunca hava iyice soğudu, rüzgar da iyice arttı. Maç bittikten sonraysa her yer kapatmaya, millet evine dönmeye başlayınca ortalık iyice ıssızlaştı. Gündüz gittiğimiz barda yine hiç kadın olmamasına rağmen dışarda biraz daha oturup, otele gittik. Sabah yolculuk önce El Jem, oradan bakalım nereye???
Tunus'ta bira
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder