Sayfalar

13 Kasım 2009 Cuma

TUNUS- Başkentte son gün


Bugünü benim özel isteğim üzerine merkezde geçirmeye karar verdik. Aslında Ersoy başka bir yerlere gitmek istiyordu ama hep dediğim gibi, ben koşturmayı sevmiyorum. Müze gezmektense medinayı, pazarları gezmeyi tercih ederim.
Dün gece duş yapamadık. Hava buz gibi ama odadaki banyoda suyu ılıştırmayı bir türlü beceremedik. Sıcak su var ama soğuk gelmiyor. Bir yanlışlık olmalı diye düşündük. Dünyanın her yerinde otellerdeki en büyük sorun sıcak sudur, asla soğuk değil. Üstelik bu sefer kararlıyım, hayatta duş yapmadan çıkmam. Madem asıl zor olan, sıcak su var, soğuk da mutlaka olmalı benim mantığıma göre. İşte yanıldığım nokta o. Soğuk su falan yok. Otelin o karmakarışık su sisteminde bizim kata soğuk su gelmiyor. Oysa kaynar su gürül gürül akmakta. Ersoy aşağı inip çıkıyor, yapacağız, yaptık diyorlar ama bir değişiklik yok. Ben de inadım ya, doldurup kovayı bekliyorum biraz soğusun diye. Hayatta kaynar suyla yıkanamam ki. Maşrapa olsun diye de büyük su şişelerinden birini kesip bekliyorum. Ersoy'a en sonunda odayı değiştirelim demişler ama bizimki diğerlerini kontrol ettikten sonra bu odada kalmamızın daha hayırlı olacağını söyledi. Bizim iyi oda bu haldeyse, diğerlerinin halini düşünmek bile istemem. Zaten aralık kapılardan gördüklerimden hiç hoşlanmamıştım.
Şimdi demeyin nereden çıktı bu kadar kapris diye..Buraya az para vermiyoruz. Bir de son yıllarda çok uçuk ucuz fiyatlara kalmaya alıştıktan sonra burası pahalı geliyor..Ve odalar gerçekten çok kötü. İçerisi buz gibi, üstüne üstlük de sivrisinek dolu. Benim evde unuttuğumun yerine hemen sivrisinek ilacı aldık dün ama odada en az elli tane vardı. İlaca da bayağı alışkınlar arkadaşlar..Yani koşullar pek iyi değil ama en azından sıcak su var:))
Kova- maşrapa olayı işe yaradı. Canavar gibi duşumu yaptım, Ersoy'a bile bir sürü su kaldı. Çıkıp biraz dolanıp, turizm ofisine uğrayıp harita aldık, kahvelerimizi içip, kahvaltımızı yapıp başladık çarşı pazar gezmeye. Öyle dolanırken de Türk Caddesi'ni, Kamel Ataturk Caddesi'ni ve “Ö” ile yazılan dönerciyi bulduk.


İlk önce benim en çok merak ettiğim yer olan yiyecek pazarına gittik. Bir şehirde gezmeyi en çok sevdiğim yerlerin başında bu pazarlar gelir. Bu adamlar ne yer, ne içer, kaç paraya alırlar? Bence o yerin insanını anlamanın en iyi yollarından biridir. Yiyecekler o ülke hakkında çok şey anlatırlar insana.
Pazar yeri çok büyük değil ama gayet düzenli. Bir tarafta meyve-sebze, biraz ilerde ayrı ayrı bölümlerde et- tavuk ve balık, en sonda da peynir ve hamurişi satıcıları. Ben havuçlarına bayıldım, tam çizgi film havuçları. Aklıma hemen Bugs Bunny geldi. Sivri uçlular ve tepelerindeki yeşillikleri kesilmemiş. Mandalinalarıysa ayrı güzel. İnce kabuklu, çok ender çekirdekli ama o kadar tatlılar ki. Zaten Tunus'ta bir haftada yediğim mandalinayı burada bir yılda yemem ben.
Bir de kocaman zeytin tezgahları. Bir santimlik minyatür zeytinlerden tutun da (sanırım aşısızlar), kalamatalara kadar her renk ve boy zeytin var. Kiloyla satılıyor ve en pahalısının kilosu 4,5-5 lira. Adamlar zaten zeytin ve zeytinyağı üretiminde dünyada ikinci sıradalar. Yine de yağının fiyatı o kadar da ucuz değil. Bizdekine yakın gidiyor nedense. Bazı zeytinleri çok güzelken bazılarının kokusu o kadar güçlü ki, zeytinyağını çok seven ben bile dayanamadım kokuya.
Balık satılan neredeyse pazarın yarısını kaplıyor. Kalamarlar ve karidesler gerçekten çok ucuz ama balık açısından çok fazla çeşit yok. Sanırım çupralar da çiftlik balığıydı.Yapabilsem oradan şöyle bir beş kilo kalamar, bir o kadar da bebek ahtapot almak isterdim. Dosdoğru ızgaraya..Off ya..
Peynir tarafındaysa bir sürü mozarella var. Süpermarkette edam gibi bir sürü çeşit var ama burada anladığım kadarıyla kendi ürettiklerini satıyorlar. Hoş, o yabancı peynirler de burada üretiliyor. Fransızların başka bir mirası işte. Bana uzattıkları her peyniri tattım ama beyaz peynirleri pek yavan geldi doğrusu. Zaten bana peynir beğendirmek zordur, Edirneliyiz malum..
Yürüye yürüye medineye geldik. Medine aslında çarşı demek, hacca falan gitmedik yani. Bizdeki arastalar, kapalıçarşıların oradaki adı da medine işte. Girişteki ve girişe yakın dükkanların hemen hepsi turistik yerler ama içerilere doğru gittikçe sokaklar tamamen değişiyor. Ufacık, labirent gibi sokaklar içiçe geçmiş. Tam kaybolduk derken bakıyoruz kuyumcular tarafına çıkmışız. Sonra neredeyiz diye tekrar etrafa bakınırken, hükümet konağına çıkmış buluyoruz kendimizi. Arada başını camdan çıkarmış bir teyzeyle muhabbet etmeye bile çalıştık ama o arapça, biz başka, anlaşamadık işte. Tek anladığımız bizim türk olduğumuzu öğrenince çok sevinip bizi evine davet ettiği ve teyzenin dedelerinin osmanlı olduğu.
Bu Tunus'ta türk olmak ayrı bir olaymış. Tunus'ta, El Kef'te türk olmak neredeyse soylu olmakla bir tutulurken, daha güneyde kimsenin umrunda değil, hatta çok hoşlandıklarını bile sanmıyorum. Türk olduğumu söylesem mi, söylemesem mi diye bocaladığım çok oldu. Önyargılardan hoşlanmasam da başkalarının öyle olmasını engelleyemiyorum ne yazık ki..
Dolaşalım derken bir sokaklara girdik ki, ben bile yolumu, yönümü tamamen kaybettim. Oysa dağda ormanda kaybolmayı hiç beceremedim yıllar boyunca. Bir ara Mahmutpaşa gibi sokaklardan geçti, sadece kadın giysileri satılıyordu ve tıklım tıklımdı. Sonra da erkek eşyalarının satıldığı tarafı yürüdük. Sürpriz!! Burada nedense hiç kalabalık yoktu..
Sonunda yürüye yürüye bir baktık tekrar meydana gelmişiz..Bir kahve, otele gir, çık, yemek ye derken gece olmuş bile..
Sabah erkenden Sousse'ya doğru yola çıkıyoruz.

Hiç yorum yok: