28 Şubat 2010 Pazar
SESRIEM - SOSSUSVLEI
Sabah kalkıp fazla oyalanmadan yola çıkalım dedik ama önce alışveriş yapmak lazım. Dün akşam burada tanıştığımız Alman çift meğer bize yanlış söylemiş, dün değil, bugünmüş günlerden pazar. Aynı bizim gibi, bir zamandan sonra günler önemini kaybediyor ve hatırlayamıyor insan. Onlar da bir süredir yollarda olduğu için kızamadım bile. Oysa dün sırf o yüzden markete falan gitmemiştik. Bugün işin doğrusunu öğrendik, günlerden pazar ve marketler açık. Buradan dosdoğru Sessriem'e gideceğimiz için birşeyler almamız lazım.
Ama ben nereden bileyim buralarda pazar günü markete falan gitmemek gerektiğini. Zaten iki yer var, ilkinde hemen hemen hiçbirşey kalmamış, öbüründe de kuyruk var. Ama yine de birşeyler alabildim, hatta ihtiyacım olan kutuları da buldum. Arabanın arkasında herşey çok tozlanıyor, hem böylece daha iyi organize edebilirim yemek vs.. işlerini. Üstelik ikinci markette tamamen donuk su şişeleri de bulabildim ki, bu da en azından bir süre soğuk su içebileceğiz demektir. Bir de bir torba odunu da yükledik arabaya bu arada...
Valla koşulları abartıyor falan değilim, gerçekten görmeniz lazım..Beni aç kalmaktan çok susuz kalmak korkutuyor buralarda aslında. Doldurup duruyorum arkayı bu yüzden.
Lüderitz'den ayrılmadan önce yapmamız gereken Bir şey daha vardı. Terkedilmiş Kolmanskoop elmas madeni merkezini gezmek. Burası Lüderitz'e sadece 14 km ve yolumuzun üstünde. Hayatta görmeden ayrılmak istemedim doğrusu..
Maden hala çalışıyor tabii ki ama şirket burayı 1959'a kadar işletme merkezi olarak kullanmış..Girmek için eskiden Lüderitz'deki acentadan bilet- ya da izin- alınıyormuş ama artık kapıda da veriyorlar. Fiyat aynı ama ben burayı riske atmak istemediğim için biz izni bir gün önce köyden almıştık zaten.
İtiraf zamanı: Ben taşları çoook ama çoook severim. Elmas falan olmaları gerekmez, sadece doğadan olmaları yeterli. Geçen sene Kınalıada'dan bile kilolarca taş taşıdığım oldu. Sadece güzelliklerini seviyorum. Hatta daha 12-14 yaşlarındayken dağlarda bulduğum ufak bir quartz madenim bile vardır. Başkalarının parçalayacağından korktuğum için kimseye söylememişimdir. Bu yaşa geldim, hala Fatih ve benden başka kimse bilmez yerini..Kıymetli taşlar ise başka hikaye aslında..Yıllarca Kapalıçarşı'nın elmas duayeni bir arkadaşımdan-ki şu an seksenini geçti- öğrene öğrene epey yol katettim. O yüzden kimse bana taş falan almaz artık!!Tek taşımı kendim aldım hikayesi!!
Girişte uyarı tabelaları var, buradan çalan Namibya'dan çalıyormuş....Yok ya!! İkibuçuk milyon toplam nüfus. Ülkenin her yeri maden, elmas, altın, bakır, gümüş, uranyum vs... ne ararsan var ve hala bir sürü de fakir insan..Külahıma anlatsınlar. De Beers işte..Ülkeden çıkan madenlerin dörtte biri insanlara gitse, dünyanın en zengin ülkesi olurlar. Ama hala bu sene açılacak olan ülkenin ilk çimento fabrikasını anlatıyorlar!! Yemedim valla..
İşletmeye gelince, çok hoş. Hoş derken zamanın mimarisi ve onunla birlikte yaşam şartları çok güzel anlaşılıyor. Tabii ki buradaki evler madenin ileri gelenlerine ait. Jimnastik salonu, hatta akustiğiyle ünlü ufak bir tiyatrosu bile var. Biraz ilerde de kocaman bir hastane..Hastanenin büyüklüğü bile işçilerin yaşam koşullarını anlatmaya yetiyor. Ama ilahi adalet dercesine kumlar heryeri kaplamış. Bazı binaların ikinci katına kadar kum dolu. Doğa bile affedememiş anlaşılan, tarihten siliyor ufaktan, çaktırmadan..
Tek müze olan yerse elmasın nasıl çıkarıldığıyla değil, hırsızlıkları nasıl engelledikleriyle ilgili. Burada elmas madenciliğiyle ilgili bir şey öğrenmek mümkün değil. Adamlar sadece hırsızlığı nasıl engelledikleri ve hırsızlara neler yaptıklarını anlatmışlar.
Çok sevdim, çünkü ben bir hırsızım.
Çünkü ben orada ham bir elmas buldum ve onu aldım.
Utanmıyorum çünkü onlar insanlardan neler çaldılar..
Hem Türküm ben, adımı aldım. Ersoy elması görünce “Senin adın elmas olsun” deyiverdi. Eski usul, herkes adını kazanıp alır ya...
Ben de elmasımı kendim bulup adımı kazandım artık. Çok hoş olmasa da:))
Şaka falan değil. Nedense oraya giderken biliyordum bulacağımı, sanki hep bana aitmiş gibi. Bulduğumda da şaşırmadım, sadece elime aldım ve Ersoy bak dedim. Ve ne gariptir ki Ersoy oldu elmasımın şeklinin Afrika olduğunu farkeden.
Gerçek mi? Elbette.. Kaç para eder? Şu an sıfır, kesilmeden olmaz. Kesince de taşımdan bir şey kalmaz. Kesmek de yenisini almaktan daha pahalıya malolur, bir de riski var.
Anlayacağınız öylesine bir kolye olup kalacak, kimse ne olduğunu anlamayacak ama en azından ben zavallı işçilerin teriyle, kanıyla çıkarılmamış bir elmasım olduğunu bileceğim...Hırsızlığım yüzünden vicdan azabıyla yaşamayı da öğrenirim elbet:))
Ya da sadece elmasa yer değiştirtmenin...
Off, yine abarttım ama yazma özgürlüğümü kullanıyorum. Bu Afrika'da nedense özgürlük damarlarım kabardıkça kabarıyor..
Çıktık madenden, yol çok uzun hala. 400 km kadar ve öğlen oldu bile. Ama Sessriem'e kadar olan yolun manzarası gerçekten çok güzeldi. Bir tarafımız yağmur, fırtına bulutlarıyla simsiyah, öbür taraf güneşin altın ışıkları altında. Ha girdik ha gireceğiz derken yağmura Sesriem'e gelmeden elli km kadar önce yakalandık. Araba yıkanıyor iyi ama yol da buz gibi kaymaya başladı. Seksene inmeme rağmen buz pateni yapıyoruz üç tonluk arabayla. Böyle durumlarda Ankara'da büyümenin faydasını görüyorum işte. Ha kar, ha çamur yolda yağmur!
Böylece seke seke kamp yerine vardık. Saat yedi olmuş bile. Ne yapalım derken milli parkın kampında kalalım dedik. Zaten fazla bir seçenek de yok. Ya dört yıldız otel, ya kamp. Tamam, yolun kenarına çekmek de bir çözüm ama ya duş, şarjlar için elektrik? Gidip iki gece için kayıt yaptırıp, iki günlük de parayı ödedim, böylece 15 numaralı, suyu, gölgesi, elektriği, ışığı olan kamp yerimize kavuştuk. Yemek? Yağmurda Braai, yani ızgara tabii ki..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Tekkk kelimeyle muhteşem bi poz ve foto
buralar gerçekten güzelmiş.
selamlar.
Yorum Gönder