Akşam Durban yazılarını yolladıktan sonra hostelin çatısındaki bara gittiğimde her zamanki serseri, arkadaşlarıyla muhabbet edip içmekten barın arkasına geçemeyen barmenin yerine çok efendi, güler yüzlü bir adam olduğunu gördüm ( Halan Durban'dayız bu arada..) Elinde bir liste, belli sayım yapıyor. Bu arada bar da bir değişmiş, temiz, düzenli..Adamla muhabbet ederken farkettim, hostelin sahibiymiş.
Dün gece barmenin arkadaşları yine buradaydı. Garip tipli iki kız ve erkek arkadaşları. Ve herzamanki tipler tabii ki. Ama herkes ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Eh, normal bar orası diyeceksiniz. Ama barın teras tarafının ucunda başka işler dönüyordu. Ne olduğunu tam olarak bilemiyorum ama barmen ve tayfası birşeyler çekip duruyorlardı. Sonuçta müzik sabah beş gibi kapatılmış. Bir de üstüne bağrış çağrışlar..Ben hiç duymadım ama Ersoy sabaha kadar uyuyamamış..Uykum aslında o kadar da ağır değildir ama hostellerde gürültü duymamayı öğrendim artık. Ucuza kalmanın getirdiği ufak tefek aksaklıklar işte..
Ama barmenin işten çıkarılmasına da hiç şaşırmadım. Ne de olsa onun işi çekmek değil. Biz etmedik ama mutlaka birileri şikayet etmiştir.
Neyse Durban'da olan orada kaldı ve biz sabah sabah dikildik resepsiyonda,beklemeye başladık. Araba bu sefer çok az gecikerek geldi ve iki Hollandalı, bir İngiliz kız ve biz doluştuk. Matt'i de yoldan alıp devam ettik. Şöför çok komik bir adam, adından bile belli: Neil Armstrong!! Önce şaka zannettik ama baktık adam yemin billah ediyor,hepimiz inandık. Zaten Afrika'da böyle isimlerle karşılaşmak normal..
Bir mola, iki mola derken St. Lucia'ya geldik. Bib's de kalıyoruz hepimiz. Daha odayı alıp, çantaları koyalım derken hadi dedi Darren, size tur yapacağım. Ne olduğumuzu bile anlamadan yükledi bizi safari cipine, çıkardı yola. Yaklaşık bir saat boyunca köyü ve çevresindeki herşeyi gösterdi, anlattı. Hangi süpermarketin daha ucuz olduğuna kadar. Kumsalı, ormanı, nehri gösterdi. Bir yerde de durup, oranın yerel pub'ına girdik. İçeceklerimizi alıp, öndeki terasa çıkar çıkmaz bir baktık ki karşımızda, otuz metre ötede hipopotamlar. Onların biraz ilerisinde de birkaç timsah. Çok hoşuma gitti. Burası tatlı-tuzlu karışık bir su ve bütün Güney Afrika'nın toplam timsah popülasyonunun % 60'ı burada. Bunlar Nil timsahları ve çok saldırganlar. O yüzden suyun kenarından kumsala giden yolda kocaman tabelalar var. En son ölümcül saldırı geçen Aralık'ta olmuş, normalde iki yılda bir falan olduğu için bence istatiksel olarak korkmaya gerek yok. Önce timsahlara istatistik öğretmeyi becerebilirsek tabii..Burada bir de sıkışıp kalmış bir köpekbalığı grubu varmış ama insana saldırmayan cinsinden. Tehlikeden bahsetmişken, burada en tehlikeli hayvan o kocaman, ağır kanlı sandığımız suaygırları. Her yıl Afrika'da su aygırı saldırılarında çok insan ölüyor . Bu hayvanlar akşamüstü otlanmak için karaya çıkıyorlar. Suya dönerken suyla arasında kalanın vay haline. Çoğu yerli de o saatlerde su almaya gittiği ve hipopotamların açtığı patikaları kullandığı için ölüyor. Patikalar arasında yaklaşık kırk santim iz olan iki tekerlek açmış gibi görünüyor. Ayırt etmek çok kolay..Ama yürümek de..Tembellik ölümcül olabiliyor anlayacağınız.
Burada kaldığımız yer aslında pek garip. Sıcak suyumuz, ayrı banyomuz yok. Odalar da görünürdepek bir salaşlar ama içerde hem çalışan bir klimamız hem de televizyonumuz var. Afrika'da televizyonu ne yapacaksın demeyin. Kırk yılda bir görünce meğer özleniyormuş meret..Bir de burada o kadar çok şeyi bedava veriyorlar ki. Her yerde herşey için para ödenmesine alışmışız. Burada ise ilk gün tur, sabah iki saatlik rehberli yürüyüş, hatta şansımıza ilk gece akşam yemeği bile bedavaydı. Ayrıldığımız günün gecesi ise gece safarisi. Bedava olunca illa uyduruk şeyler de değiller. İlk günkü turu zaten anlatmıştım. Sabah yürüyüşünde Ersoy her ne kadar zebra göremedik diye ufaktan hayıflandıysa da o kadar çok şey öğrendik ki, ben zebraarı falan unuttum. Sonra akşam yemeği..Buranın en ünlü yemeklerinden biri ??????.
Aslında bir çeşit güveç. En alta en zor pişen etlerden başlanarak sebzeler yerleştiriliyor ve özel olarak ateşte yemek pişirmek için yapılmış, cadı kazanına benzer tencerelerde, ateşte pişiriliyor. Ben baharat da katıldığını duyunca aç kalacağıma karar vermiştim ama pilavla o kadar güzeldi ki hiç utanmadan etleri elimle yiyip, iyice sıyırıp, üstüne de ikinci tabağı aldım. Kesin ne kadar zamandır aç kaldığımı merak etmişlerdir. Ama o kadar lezzetliydi ki..
Bedavalardan bahsederken şarkıcıları da unutmamak lazım. Bir gece akşam yemeğimizi yerken ufaktan yağmur başladı. Hava o kadar sıcaktı ve yağmur o kadar hafiften yağıyordu ki, bazılarımız – benim gibi- hiç bozuntuya vermeden açık havada yemeğimizi yemeye devam ettik. O sırada kapı tarafından bir şarkı duyuldu.
O gecenin komedisi ise Darren'dı. Amcam kafayı bulup, barı açık bırakıp başka bir yere içmeye gitti arkadaşlarıyla. Şansına bizim kadar dürüst bir grup insan vardı da, her içilen biranın parasını aynen buzdolabına bıraktık. Ertesi sabah sordum, eksik yokmuş. Şansına...
Akşamüstü hep beraber nehir turuna gittik. Normalde bu tur 150 rand ama bize yanında sınırsız birayla 130..Darren sağolsun yine..Dünyanın su aygırı, timsahı, kuşu..Ersoy fotoğraf çekerken ben de rehberlerle turizmi kurtardım. Bedava biralar da epey yardım etti doğrusu.
Son gece bir değişiklik yapalım deyip, yakındaki bir restorandan biri dev gibi, biri ufak iki balık aldık. Buranın en taze balıkları burada çünkü kendileri yakalıyorlar. Yanına da kesilmemiş kalamar, biraz da salata malzemesi..Hepsi braai'ye..( Tekrarlıyorum: Mangal) Salatayı falan hepsini ben yaptım, ateşi Matt'e bıraktım. Ve de kocca bir hata yaptığımı geç farkettim. Nereden bilsin bizim şehirli, atmış plastik kaplı kitapçıkları ateşe, dumandan ya itfaiye gelecek, ya da diğer kalanlar bizimkini linç edecek. Gidip herkesi sakinleştirip balık ve kalamarları da ateşe koymak bana kaldı.Herkes yemeğe oturduktan az sonra hem yiyemediğimi, hem de gözlerimin kapandığını farkettim. Bedava bira o kadar da iyi bir fikir değilmiş anlaşılan.
Bu arada burada Ersoy'un doğum günü geldi. Ne alınır ki diye düşünürken oradaki outdoor mağazasında bir bel çantası buldum. Tam objektiflerinin sığacağı bir şey. Böylece ben de yamaklıktan kurtulurum dedim. Ama mecburen dükkana o da yanımdayken gidince işler sarpa sardı. Kredi kartıyla ödeyeyim dedim, kart para vermedi. Ne aldığımı görmesin diye onu dükkanın öbür tarafındaki gömleklere bakmaya yollamaya çalışıyorum, gitmiyor. En sonunda gitti de gizli saklı alabildim. Ama kredi kartının para vermmediğini söylemem lazım. Yalan falan beceremem, en sonunda yarım ağız anlattım, allahtan kredi kartı iptal oldu korkusundan ne aldığımı fazla karıştırmadı. Sürpriz olsun istemiştim ya, terslik çıkacak illa. Karta ne oldu derken telefona kendi kartını taktı da, şansına bankadan aradıklarında cevap verebildi. Harcamalar yüzünden şüphelenip kartı iptal etmişler meğer. Yeniden açtılar hemen.
Sonuçta sanırım St. Lucia benim en sevdiğim yerlerden biri oldu. Kolay kolay hiçbir yere sevmedim demem ama bazen oluyor. Tekrar gidermiyim sorusunu sormam lazım kendime. St. Lucia'ya ?? Valla giderim.. Sırf keyfine..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder