Sayfalar

7 Şubat 2010 Pazar

SWAZILAND

Öğlene doğru yine doluştuk minibüse, bu sefer başka bir ülkeye gidiyoruz. Başka bir ülke dediğim Swaziland. Her ne kadar ufacık olsa da, Güney Afrika'nın içinde kalsa da yine de kendi kralı, yönetimi olan bir ülke.
St Lucia'ya gelirken manzara zaten değişmeye başlamıştı ama artık iyice farkediliyor. Her yer okaliptüs ağaçlarıyla dolu. Ama bu ormanlar doğal ormanlar değil. Aslında bir çeşit tarla sayılırlar. Okaliptüs çabuk büyüyen ve endüstriyel açıdan kıymetli bir ağaç. O yüzden doğal bitki örtüsü adına çok az şey kalmış. Kalanının büyük kısmına da şeker kamışı dikilmiş. Dünyanın kağıt ihtiyacını anlayabiliyorum ama iyi ki benim böyle bir ormanım yok. Kesin büyüdüklerinde ne güzel büyümüşler deyip kesmeye kıyamayıp sonunda iflas ederdim.
Şeker kamışlarını görünceyse aklıma bambaşka şeyler geliyor. İlk plantasyonlar ve şekerin üretiminin ana ögesi olan kölelik. Apartheid'dan, siyahların durumundan, sosyal hayattan daha hiç farketmediğimin çok iyi farkındayım. Beni biraz daha beklemeniz gerekecek. Çünkü buralarda o kadar çok şey olup bitiyor ki-hala- o konulardan bahsetmeyi daha sonraya bırakmak istiyorum.
Swaziland'a gelelim. Sınıra geldiğimizde kocaman bir reklam tabelası gördük. Genç kızlar vardı fotoğrafta. Buraya kadar hepsi normal. Ama ilginç olan kızların üstsüz omasıydı. Daha da ilginciyse üstsüz kızların göğüslerinin kara dikdörtgenlerle kapatılmış olmasıydı. Evlenmemiş kadınların üstsüz olması buranın kültürünün bir parçası. Geleneksel kabile giyiminde kızların hepsi üstsüz. Ama o kadar Avrupa-Amerika etkisi burayı da değiştirmiş. Utanmaları gerektiği öğretilmiş kadınlara. Ama kendi içlerinde hala hiç sorun yok. Hatta kaldığımız yerde üstünde kralın,kraliyet ailesinin????? törenindeki kızların fotoğrafları olan bir 2010 takvimi vardı. Kızların ve hatta aralarındaki prenseslerin hepsi üstsüzdü. Bir de bu hükümetin bastırıp, ücretsiz dağıttığı bir takvim. Anlayın üstsüzlüğün burada ne kadar normal karşılandığını. Beyler hemen buraya gelmeye kalkmasın ama. Tabii ki artık sokaklarda yarı çıplak kızlar görmek mümkün değil.
Swaziland'da arabadan indiğimizde kalacağımız yerin minibüsü bizi bekliyordu. Burada kalacağımız yeri arayıp önceden rezervasyon yapmıştık zaten. Adı Sodvela Backpackers ve Mlilvane milli parkının içindeki iki konaklama yerinden biri. Bizimki ucuz olanı, diğeri ise tur gruplarının kaldığı, hemen hemen dört yıldız seviyesinde başka bir kamp. Yer gerçekten çok güzel, karşımız yemyeşil dağlar, her yer hayvan dolu. Hele de bize verdikleri bungalowun manzarası harika. Kulübeler saman çatılıve yuvarlak. Ama kapının iki yanındaki kocaman camlardan, perdeler açıkken bütün manzara gözlerimizin önünde. Odada bir su ısıtıcısıyla çay, kahve bile var ama galiba voltaj yüzünden bir türlü suyu tam ısıtamadı. Ben de alıp, çamaşır yıkama yerindeki ütünün fişine takarak çalıştırdım aleti. Çareler tükenmez...
Burada her yerden epey uzaktayız. Ana yola uzaklık sadece üç kilometre ama sadece 4x4'lerin girebileceği bir yol. Yakında market falan da yok. İsteyenlere sabah kahvaltısı ve akşam yemeği ekstra veriliyor. Yemekleri ve kahvaltıyı oradaki teyzeler açık havada, hava yağmurluysa da üstü kapalı ayrı bir yerde ateş yakarak hazırlıyorlar. Mutfakta ocak falan var ama kullandıklarını hiç görmedim. Biz bir ara yanımızdakilerle idare ettik, sonra da her sabah kavşağa giden servise bir şeyler ısmarladım.
Hemen geldiğimiz günün akşamı bizi ana kamptaki yerel dansa götürdüler. Oradakiler daha yemeteydi. Bizim ateşte pişen üç çeşit- aynı tabakta servis edilen, biri hep salata, diğeri de sebze- yeme varken, orada kocaman bir açık büfe varmış meğerse. Fiyatı da aslında fazla değil, 120 rand, yani 24 lira. O kadar çeşide ve bolluğa hiç de fazla değil. Matt ve Ersoy'la neredeyse baştan çıkacaktık ama sonra kim gelip gidecek o kadar yolu gece vakti diyerek kendimizi teselli ettik. Dans gösterisi ise ilk bana ilk başta ilginç gelse de kısa zamanda sıkıldım. Tek hoşuma giden dansı profesyonel bir grubun değil, otel çalışanlarının yapması oldu. Matt ve Ersoy oturmuş dansı seyrederken, ben arka tarafa duvarın üstüne kaçtım. Arada bir gelip bir sigara içip, gidip oteli dolaştım. Aslında ufak bir yer ama arkada bir göl ve o göle bakan bir manzara terası buldum. Hemen önünde “Sarkmayın, timsah var” diye bir tabela vardı. Ben gece karanlığında ne kadar bakındıysam da birşey göremedim ama ertesi gün uğradığımızda Ersoy çok güzel timsah fotoğrafları çekti.
Geldiğimizin ikinci günü çıkıp ufak bir trekking yapalım dedik. Bana kalsa güneş doğmadan çıkardım ama Matt kahvaltı ısmarladığı için onu beklemek zorunda kaldık. Saat yedi buçuk gibi ancak toparlanıp yürümeye başladık. Burada öyle kafana göre yürümek yok. Bir kaç rota belirlenmiş, ana kampa hangi rotaya kaç kişi gideceğinizi bildirmek zorunlu. Her tarafta su aygırı, timsah var. Ana kampa ara yoldan hemen vardık, kaydımızı yaptırıp başladık yürümeye. Yolda hemen hemen hiç gölge yok, yol ise incecik bir patikadan ibaret. Gideceğimiz yol iki saatlikmiş, hiç inanmadım ama, hadi bakalım. Burada da zaman çoğunlukla farklı işliyor. Aynı bizim dağ köyleri gibi. Yıllar önce Kızılcahamam dağlarında bir amcaya yol sormuştuk da “Bir sigara içimi” demişti. O bir sigaralık yol tam dört buçuk saat sürmüştü. Amca artık nasıl içiyorsa sigarasını..Yolda bizimle hemen hemen aynı anda başlayan bir grupla karşılaştık. Suratsız, yaşlıca, Avrupalı tipler. Kıyafetler daha yeni mağazadan çıkmış, hepsi marka,hepsi pahalı. Hele trekking botları..Kocaman, her bir teki bir buçuk kilo çeken cinsinden, o kadar yeniler ki üstlerinde toz bile yok. Valla cesur adamlar. Hayatında ilk defa giydiğin botla dağ tepe gitmek cesaret ister. Ayağa alışmadan önce ne de güzel vururlar. Hani topuklu ayakkabı bile daha rahat olabilirdi. Bizdeyse spor ayakkabılar, antik dönemden kalmış havasında.
Başladık yürümeye. Beylerin ikisi de fotoğraf telaşında olduğu ve ben de kendimi fena halde kaptırdığım için çoğunlukla onları beklemek zorunda kaldım. Bir ara yolu kaybettik sandık, ufaktan iddialaştık. Ben diyorum yukarı, onlar diyor aşağı. Harita da o kadar iyi değil. Dedim “Siz inin bakın aşağı yola ama ben hayatta inmem. Nasıl olsa döneceksiniz buraya”. Aranırken yine o gruba rast gelip, sormuşlar. Adamlar cevap bile vermemiş bizimkilere. Tersler ya!
Sonuçta tabii ki ben haklı çıktım:))
Son zamanlardaki yağmurlardan patikanın bir kısmı sular altında kaldığı için gıcık Avrupalıları ( Nereli olduklarını tabii ki biliyorum ama yazmayacağım. O memleketten bir arkadaşım beni devamlı okuyor da) suyu geçmeye çalışırken bırakıp dağa çıkan yolu bulduk. İnerken bir antilop sürüsüne rastladık. Nasıl güzel, zarif hayvanlar. Biz fazla yaklaşınca yolun öbür tarafındaki çalılıkların içine geçtiler. Biz de durup seyretmeye başladık ki kıyamet koptu. Sürü bir anda darmadağın oldu, hele biri son hız kaçmaya başladı. Ne olduğunu tam anlayamadık ama tam bir saldırı sahnesiydi. Hayvanlar kaçınca, biz de ufaktan yollandık. Burada leoparlar da olduğunu biliyoruz. Daha sonra fotoğraflara bakarken bir gölge gördük. Hala ne olduğundan emin değiliz. Öyle olsun bakalım. Orada kalıp kontrol etmek belaya davetiye olurdu bence.
Oradan yavaş yavaş ana kampa doğru indik. Hava çok ısındı ve hala gölge falan yok. Tek istediğimiz soğuk bir içecek ve biraz oturmak. Ana kampa geldiğimizde gidip geldiğimizi ve yolun bir kısmının su altında olduğunu bildirdim. Meğer o kadar yağmurdan sonra bazı yerleri su bastığını biliyorlarmış ama daha önce giden hiçbir akıllı o noktanın neredeyse gaçilmez olduğunu bildirmemiş. Süper doğa yürüyüşçüsü Avrupalı salaklar işte. İşin etiğini bile bilmiyorlar daha. Allah bilir yolda yaralı birini görseler diğer tarafa bakıp, görmedik deyip geçerler. Sinir oluyorum böyle tiplere..
Bizim kampa kalan yolu zar zor yürüdük. Arada yollarda maymunlar, antiloplar var ama bakmadan geçiyoruz artık. Yola çıkalı dört saatten fazla olmuş ve güneş de tepede. Hele yolun son kısmı tam işkence oldu, yokuş yukarı çıkmak lazım. Ben kendimi dört çekere bağlayıp tırmandım ama yukarı geldiğimizde hiçbirimizde hal kalmamıştı. Var mı bir daha kahvaltı beklemek?? Ders olsun hepimize. Bir daha gidersem beş buçukta yoldayım..
En çok eğlendiğim gün ise kesinlikle pazar aramaya gittiğimiz gün oldu. O gün günlerden de pazardı ve kaldığımız yerden meyve pazarına servis vardı. Biz de gidip bir bakalım, oradan da ünlü elişleri pazarına ve Matt'ın sayıklayıp durduğu şelaleye gideriz dedik. Pazarda inip bir chapa'ya (minibüs) atladık. Yol uzun değilmiş, on beş dakikada vardık. Vardık varmasına bir el işi pazarına ama burası bizim aradığımız yer değil ki..Burada yol kenarında bir sürü barakada yerliler el işi satıyor. Ama hoşumuza gitti, gelmişken bir bakalım dedik. Epey dolaşıp, birşeyler aldık. İlk adres sorduğumuz dükkandan bir gergedan aldık, pazarlığı yaptık, parayı ödedik, tam gidiyorduk ki satıcı bana dönüp “Madam, yanınızda yiyecek birşey var mı?” dedi. Yok, ne yazık ki yok. Üzüldüm fena halde.
Oradan çıkıp öbür pazara gitmek için yol kenarında chapa beklerken ben bir kaç başarısız otostop denemesi yaptım. Anlaşılan kimse dört kişiyi arabasına almak istemiyor. Yine de fazla beklemeden bir chapa bulup yola çıktık. Adamlara nereye gitmek istediğimizi anlattık ama bizi yolun ortasında bırakıp ıssız, orman içinde bir yolu gösterince acaba yanlış mı anladılar dedik. Oradaki fabrikamsı bir yerde çalışan bir adama sordum, doğru çıkın dedi. Bir süre acaba yanlış yerdemiyiz diye düşündükseyde, ana yolu görünce rahatladık. Meğer adamlar bütün yolu yürümeyelim diye bizi kestirmeden yollamışlar. Sonra asıl yolun ne kadar uzak olduğunu görünce içimden teşekkür ettim adamlara..
Geldiğimiz yerin adı???????
Ve burada pazar falan yok. Sadece bir kaç pahalı ve içlerinde hiç ilginç birşey olmayan dükkan var. Ufaktan sezon dışı olduğundan herhelde, kafe bile kapalı. Matt'in söylediği köy ve şelaleye de buradan gidiliyormuş. Bana bugün bu kadar yetti. İşin doğrusu şelalenin de bir şeye benzemediğini düşündüğüm için ben marketten yiyecek birşeyler alıp kampa dönmeye karar verdim. Ersoy, Yuki ve Matt köye gidip, geleneksel dans seyredip, şelaleye çıkacaklar.. Kampta görüşürüz deyip düştüm yola. Market ana yolun üstünde kalıyor ama dolaşmak lazım, epey yol. Solda şantiye halinde bir arazi var ama etrafı dikenli çitle çevrilmiş. O sırada önümde iki ufak kız gördüm, onlara sordum o araziden geçilip geçilemeyeceğini. Utana sıkıla geçebileceğimi söylediler. Yabancılarla konuşmaya alışık olmadıkları belli ama yine de ingilizceleri o kadar düzgündü ki..
Kızlar haklıymış. Araziden geçince süpermarkete geliverdim. Para çekip, biraz alışveriş yapıp yine yola düştüm. Turizm bürosundaki kız buranın güvenli olduğunu söyledi ya, aklıma takıldı. Ya ana yola kadar yürüyüp iki kere minibüs değiştirecektim ya da otostop yapacaktım. Ben tabii ki otostop yapmayı tercih ettim. Fazla da beklemek zorunda kalmadım. Benim gittiğim tarafa giden bir BMW hemen durdu. Kocaman, yepyeni ,koyu mavi , lüks bir araba. Ben de şaşırdım aslında benim için durmasına. Hele de şöförün güzel, bakımlı mı bakımlı siyah bir kadın olduğunu görünce. Aslında kraliyet ailesinden mi acaba diye epey düşündüm sonradan. Ama işin doğrusu sormaya utandım. İki kadın birbirimizi bulunca hemen kaynatmaya başladık tabii..Yirmi dakikalık yol boyunca konuşmadığımız şey kalmadı. Bazen ne kadar farklı yerlerden gelmek falan bir anlam ifade etmiyor. Kadınsın ya, hemen her şey çözülüyor. Birçok yerde başıma geldi. Kadın kadına konuşunca sanki daha bir kolay halloluyor herşey.
Sağolsun beni ana yolda bıraktı, ama buradan kampa daha üç kilometre daha yol var. Kapıya kadar bırakayım dedi ama kabul etmedim. Anlaşılan o yolun halini bilmiyor, o araba oradan sağ çıkamazdı. Arabalar için kötü ama bu yolun insanlar için de pek iyi olduğunu söyleyemem. Ananas tarlalarının arasından, en ufak gölge olmadan giden, toprak bir yol. Hadi kızım dedim kendi kendime, yürü bakalım. Tam elli metre kadar gitmiştim, yola kendimi kaptırıp ufaktan da bir şarkı mırıldanmaya başlamıştım ki, bir kamyonet gözüktü. Meğer bizim kampın güvenliğiymiş. Durdu hemen, atladım kamyonetin arkasına, popomu kamyonetin kenarına vura vura geldim kampa. Tamam, azıcık hasar gördüm ama bütün yolu yürüsem göreceğim hasarın yanında hiç kalırdı.
Öğleden sonrayı sakin, kitap okuyarak, manzara seyrederek geçirdim. Akşama doğru Ersoy, Matt, Yuki üçlüsü inleyerek geldiler. Şelale hiç de o kadar yakın değilmiş meğer. Su falan da yokmuş doğru düzgün. Oradan minibüslerle ana yola gelmişler ve ne yazık ki benim kadar şanslı olmadıkları için yolun geri kalanını da yürümek zorunda kalmışlar. O gün bir daha Yuki'yi görmedim. Herhalde bayıldı kaldı zavallım yatakta. Geldiğinde durumu hiç de iyi değildi.
Buranın havası Güney Afrika'yla karşılaştırınca çok ama çok farklı. Kral var, bir parlamento olsa bile hala tek güç kral. Canı istediği zaman meclisi kapatma yetkisine sahip. Yaşlılar için kral çok önemli olsa da gençler ufaktan mızıldanmaya başlamış. Özellikle ülkenin büyük bölümü fakirlikten kırılırken kralın lüks içinde yaşaması kızdırıyor insanları. LP'de bir hikaye çok hoşuma gitti. Bundan bir kaç yıl önce çok zengin ya, kral kendine özel jet almaya karar veriyor. Sebep olarak da ülkesine yardım almak için gideceği yurt dışı gezilerde kullanacak olması. İtirazlar yükseliyor ama kralın umurunda bile olmuyor. Ta ki büyük abi Amerika işe el koyana kadar. “O uçağı alırsan hem yardımı keseriz, hem de bir daha Amerika'ya giremezsin” diyorlar. Ancak o zaman vazgeçiyor kral efendi özel uçak sevdasından..
Buradaki krallığın önemli bir özelliği de anneden geçmesi. Annesi kraliyet ailesinden olmayan ve annesinin tek oğlu olan kral, eski kral ölünce bir kurul tarafından seçiliyor. Böylece akraba evliliğinin de önüne geçilmiş oluyor. Eğer yeni kralın yaşı küçükse, büyüyene kadar ülkeyi ana kraliçe yönetiyor.
Ama her kral kendine her yıl yeni bir eş daha alabiliyor. Şu andaki kralın sanıyorum yirmiye yakın karısı var. Protesto edenler yok değil ama Swazilerin yüzyıllardır uyguladıkları kuralları değiştirmeye hiç niyetleri yok. Her yıl yapılan bu törene ülkenin her yanından kızlar katılıyor. Poligami buralarda halk arasında da hala çok yaygın. Eh, bu da AIDS vakalarının azalmasına yardım etmiyor haliyle.
Bu arada bayrak konusunda fena kafam karıştı,her okuduğum yerde anlamı başka türlü yazıyor. Herhalde gerçek anlamını kraliçeden başka kimse bilmiyor!!
Bu arada Uganda'da her yıl düzinelerce insan timsahlar tarafından yeniyormuş. Sadece son iki hafta içinde altı kişi Victoria gölü kıyısında timsahlara yem olmuş. Önlem alınmasını isteyen halka ise bakanlardan birinin tavsiyesi şu “ Siz de avlayıp yiyin o zaman timsahları. Hem aç da kalmazsınız!!” Afrika işte..
Biz de ufaktan Güney Afrika'ya geçmek niyetindeyiz. Ama Bazbus'ı bekleyip bir gün daha kalmak yerine chapalarla gitmeye karar verdik. Buradan Manzini, oradan ver elini Nelspruit...

Hiç yorum yok: