Sayfalar

21 Şubat 2010 Pazar

VILANCULOS

O kadar günden sonra artık yer değiştirelim dedik ve Avusturyalı bir çift olan Andy ve Lisa ile yola çıktık. Aslından biz bir gün önce çıkacaktık ama onları da bekleyelim dedik, birlikte yol daha kolay geçiyor..
Tofo'dan bir adam Vilanculos'a servis yapmaya başlayacakmış. Fiyatı soralım dedik, dudağımız uçukladı. Adam başı 4000 dedi ki bu, bizim paramızla 800 lira yapar. Yarım saat sonra arayıp bine düştü ama hala çok ama çok çok fazla. Mesafe fazla değil, dalga geçmeye başladık biz o paraya helikopter tutarız diye. Sonra baktık, gerçekten tutabiliriz. Tabii ki yapmadık, uslu uslu minibüse binip ??????'ye, oradan bizden adam başı 50 isteyen yelkenli tekneciden kurtulup 10'a feribotla Maxixe'ye, oradan da adam başı 200 ödeyerek Vilanculos'a öğleden sonra vardık.
Ama feribotta gerçekten çok utandım. Binerken görevli çanta başına bizden 10'ar daha istedi. O sıgrada Andy ve ben dışarda sigara içtiğimiz için bize söyledi. Biz tabii hemen itiraz ettik, turistiz ya kazıklayacak bizi diye. Ödemeyiz diye inat edince bıraktı gitti adamcağız. Tam kendimizle böbürlenirken bir de baktım ki kapıda bir yazı: Bagaj başına 10 ödemek lazımmış. Utandık ama yediremedik kendimize, böylece çantalar bedavaya gelmiş oldu. Niye o kadar itiraz ettik bilemiyorum, burada minibüslerde bile ayrıca bagaj parası veriliyor. Turist paranoyası işte..
Yolda ufak bir köyde durduğumuzda tam okulun dağılma saatiymiş, çocukların içinde kaldık. Önceleri çok utangaçtılar ama açıldıkça açıldılar. Özellikle Lisa ve bana dokunmaya, gözlüklerimizi istemeye başladılar. En sonunda Ersoy'un numaralı gözlüklerine kadar varmışken iş yola devam ettik.
Bu chapa yolculukları ayrı hikaye. Tam artık başka kimseye yer yok derken köyün birinden bir kadın biniveriyor, sırtında bebek, elinde iki tavukla. Artık almaz başkasını derken bir bakıyorsun bir adam elinde iki kutu dolusu civciv. Abartmazlar daha fazla diye düşünürken bir aile biniyor, o sırada ellerindeki kocaman çanta yırtılıyor ve yer fıstıkları dökülüveriyor delikten. Ersoy da fırsatı kaçırmadan atlıyor, aıveriyor bir kaç tane yer fıstığını..Ben yapma demeden yutuveriyor hepsini. Ve bütün bunlar elli dereceye yakın bir sıcaklıkta oluyor. Yine de en arkada oturan Lisa, Andy ve ben bir kaç el isim-şehir oynamayı beceriyoruz.
Böylece Vilankulos'a sağ salim öğleden sonra vardık. Ama burada ulaşım gerçekten zor. Duraktan hostele yol iki kilometre kadar ama hava o kadar sıcak ki yürünecek gibi değil. Sağolsun Ersoy bir araç bulup pazarlık yaptı da adam bizi hostele kadar getirdi.
Benim başta kalmak istediğim yer Baobab Beach adında bir yerdi ama Lisa ve Andy'le Zombie Cucumber'a (İsmi çok garip, biliyorum ama öyle) gelince o gün çantalarla tekrar yer değiştirmeyelim, bir bakalım dedik. Yer güzel, hatta arada sırada çalışan bir internet bile var ama denize uzak. Tabii uzak derken elli metreden az ama ben denize deniz demem gözümün önünde olmayınca felsefesini benimsemişiz bir kere. Üstelik bu akşam yemek falan yok, mutfak da yok. Yemek yemenin tek yolu taksiye yirmi lira ödeyip pizza getirtmek. Bu da iyice soğuttu bizi buradan..
Eşyaları bıraktıktan sonra hem şu Baobab Beach'e bakalım, hem de markete gidelim dedik, başladık yine yürümeye. Yol falan yalan burada, heryer kum. Ama Baobab Beach gerçekten de tam deniz kenarındaymış. Üstüne bir de tam denize bakan bungalovlardan birini Ersoy yarı fiyatına indirince ertesi gün gelmeye karar verdik. Zamanımız var nasılsa..Oradan başladık köyün en büyük marketine doğru yürümeye. Yürü yürü yol bitmiyor, bir de kum üstüne. Harita falan da yalan, elli kişiye sordu Ersoy emin olabilmek için doğru yere gittiğimizden. Eh, ben de kızıyorum bu kadar yol sormaya. En sonunda marketi bulduk, alışverişi yaptık ama ben kara kara düşünüyorum nasıl döneceğiz diye. Tam otostopa karar vermişken Ersoy geldi, meğer bugün yol sorduğumuz genç bir adam da karısıyla buraya alışverişe gelmiş, ben sizi bırakırım demiş. Nasıl sevindim anlatamam. Güzel güzel portekizce,ingilizce, ispanyolca muhabbet ederek geldik hostele. Kızcağız adresini de verdi, gururla “ Bizim ev buraların tek sarı evi, hemen içerde” diyerek. Anlayın köyü işte.
Sabah olunca da bu sefer kara kara diğer tarafa nasıl gideceğimizi düşünmeye başladık. O sırada ilan duvarındaki taksilerden birini çağırmaya karar verdik. Bu arada buradan Johannesburg'a direkt uçak var ama bilet almak lazım. Aslında dönüşte Maputo'da bir gün daha kalmak istiyorduk ama karadan gidersek en az iki gün sürecek. Bir gün de Maputo, eder üç. Eh, Pretoria'dan Namibya vizesi almak da lazım. Hafta sonuna gelecek. Bir türlü hesap tutmuyor. O yüzden Maputo'dan vazgeçip, uçakla gitmeye karar verdik. Johannesburg'dan da Namibya'ya uçakla gideceğiz, fazla da fiyat farkı yok zaten otobüsle arasında.
Bu arada Lisa ve Andy de buradan Johannesburg'e uçakla gitmeye karar vermişler ama internetten bileti bir türlü alamamışlar. Öyle olunca taksiyle hem eşyaları bırakıp, hem de arada havaalanı ofisine gitmeye karar verdik. Havaalanı sadece üç kilometre yazıyor ama yolun uzunluğu bana daha fazla gibi geldi..Yani yol olduğunu varsaydığımız patikanın:)). İki şirket uçuyor istediğimiz rotayı. Biri Pelican Air ( Adı değişmiş, Federal olmuş), diğeri de LAM, yani Mozambik havayolları. Önce Pelikan'ı denedik ama ellerinde sadece internet kontenjanında bilet kalmış. LAM'da ise yer var. Ama Visa dışında kart geçmiyor. Şansımıza yanımızda dolar var. Onları bozdurup, biletleri aldık, hostele döndük.
Burada bu internet ve uçak bileti işlerinden çok çektik. O bileti aldık ama bu sefer de Johannesburg- Windhoek bileti almak lazım. En ucuzu da Air Namibia..Yine Eusebio'yu, yani taksicimizi çağırdık, bizi wi-fi'si olduğunu sandığımız Smugglers'a götürdü. Meğer orada yokmuş, biz de New York Pizza'ya gittik. İsimlere bakıp da buraları öyle modern yerler sanmayın. Sadece isim işte. Orada tam oturduk, bağlandık, bileti almamıza beş saniye kalmıştı ki elektrik gitti. Önemli değil, jeneratör var derken bu sefer internet de tamamen koptu. Biz de bir ihtimal deyip yarım kilometre uzaktaki internet kafeye gittik ama burada bırakın interneti, elektrik cinsi bir şey bile yok. Çaresiz geri döndük, bari beklerken birer pizza yiyelim dedik. Çünkü buralarda ne elektriğin, ne de internetin ne zaman geleceğini kimse bilmiyor. Bu noktada sağolsun Arda yine imdadımıza yetişip internetten biletleri aldı da içimiz rahatladı.
Burada günler genel bir tembellik içinde geçti. Yat, kitap oku, güneşlen. Sadece bir gün fena halde bir fırtına koptu da, bütün günü içerde, bungalovda geçirmek zorunda kaldık. Ama benim yine de çok hoşuma gitti. Uyanır uyanmaz mayomu giyip, dışarı çıktım. Sabah duşumu böylece yağmur altında almış oldum. Sonra da ıslanma derdi olmadan rahat rahat sahilde dolaştım. Bunu en son herhalde yirmi yıl önce yazlıkta yapmıştım.
Burada özellikle deniz çekildiğinde sahilde dolaşmak çok keyifli. İncecik, bembeyaz bir kum, güzelim midyeler. Etrafta tesis falan da olmadığı için bizden başka kimse yok. Akşamüstü bütün balıkçılar sahile gediğindeyse curcuna başlıyor. Köyden kadınlar ellerinde sepetler, balık, yengeç, kalamar almaya geliyorlar. En büyük balıklar hemen büyük otellerin restoranlarına gidiyor. Sekiz kiloluk baraküdalar gibi..Çocuklarsa bekleyip, kimsenin almadığı ufak balıkları toplayıp evlerine götürüyorlar. Böylece hiçbirşey ziyan olmuyor. Ben de bir kaç kere balık ve kalamar aldım. Balıklar eh işte ama kalamarların hele de ufakları biraz zeytinyağı ve sarmısakla kızartınca harika oldu. Ayıklayan?? Sağolsun Ersoy..
İlk gün balık alırken fiyat sorduğumda gençlerden biri bana 50 dedi. Bunu duyan asıl balıkçı amca çok kızdı, niye yalan söylüyorsun diye..Meğer fiyat otuzmuş..Böyle de dürüst olanlar var aralarında..Kadınlar ise hem az fiyat söyleyip, hem de fazladan balık, kalamar verdiler bana. Zaten ikinci günden sonra hemen herkes tanıdı, selamlaşmaya başladık. Ufacık köy ne de olsa...
Burada bir gün de bungaovumuz karınca istilasına uğradı. Ben ne güzel yatmış öğle siestamı yaparken, Ersoy'un çıkardığı seslere uyandım. Ben cibinliğin altında yatıyorum ya farkında değilim, yerlerde binerce karınca. Hem uçan, hem uçmayan cinsten var hem de. Olsun, temizleriz derken bir kafamı kaldırdım ki, tavan daha da fena. Her yer karınca kaynıyor. Ön tarafta güvenlik görevlilerinden birini gördüm, gittim ona söyledim. Gülerek geldi ama tavanı görür görmez adamın yüzünün şekli değişti. Hemen eşyalarınızı alıp çıkın, öbür bungalova geçin dedi. Dediğini hemen yaptık. Anlaşılan iki karınca kolonisinin savaşının ortasına düşmüşüz. Şansa bak. Aam yeni yerimiz de çok güzel, üstelik benim sevmediğim o aptal enerji ampullerinden de yok. O gece Ersoy yattıktan sonra o güzel ışıkta biraz yazı yazayım dedim. Ve yine saldırıya uğradım. Bu seferkiler ezeli düşmanlarım sivrisinekler. Burada çok çektik zaten sivrisinekten. Olabilecek herşeyi aldık. Krem, losyon, sprey, bileklik, yapışkanlı zamazingolar, yakılan spiral, elektro likit..Hiçbiri bir işe yaramıyor. Hayvanlar hala sokuyor. Dayanamadım, oturduğum sandalyenin üstüne öbür, kendi getirdiğimiz cibinliği asıp, içine girdim. Çok komik bir görüntü oldu. Odada yatakta cibinlik içinde uyuyan Ersoy ve cibinlik içinde oturan ben..Ama hayvanlar iyice azıp, kamikaze dalışlarına bile başladı. Ama sağolsun cibinliğim beni iyi korudu. Hani artık hayvanlardan o kadar sıkıldım ki neredeyse bırakacağım, soksunlar ama burası fena halde malarya bölgesi..
Üstelik sokanlar sadece onlar da değil. Şu anda üstümde fena kaşınan üç karınca ve belimde morarmış gibi acıyan, elimden büyük, morumsu bir kızarıklık yapmış bir örümcek ısırığı da var. Nedir bu çektiğim bu ısırıklardan??
Burada bir ara da çıkıp köyü dolaşayım dedim. Pazar bölgesinde epey dolaştım, etrafta norma köylüler kadar, dilenen ya da bana kötü kötü bakan tipler de var. Bir köşede kaçak içki, sigara satanlar..Ama nasıl olsa ana cadde diye ben hiç endişelenmedim. Ta ki oradaki bir dükkana girip su alana kadar. Dükkan sahibi yaşlı teyze portekizce konuştuğumu farkedince beni hemen uyardı, buralarda fazla dolaşma, soyarlar seni diye. Dedim burası ana yol..Farketmez dedi, onlar çok kötü insanlar. Bu uyarıyı da alınca daha fazla dolanmadan, hostelin yolunu tuttum. Ama birkaç gün sonra İspanyol Cristina ve erkek arkadaşıyla geldiğimde rahat rahat dolaşabildim. Anlaşılan yanında erkek olması lazım buralarda. Yabancı, beyaz bir kadın yalnız başına çok fazla dikkat çekiyor. Üçümüz birlikteyken çok rahattık, gidip kendimize buranın yerel pareolarından aldık. Sonra da Omi'yi hostele yollayıp Cris'le bütün köyü dolaşıp, alışveriş yaptık.
Yola çıkmadan bir gün önce Ersoy'la Bazaruto archipelago'ya olan turu yapmaya karar verdik. Sabah erkenden bizi hostelden aldılar, tekneye götürdüler. Müşteri olarak dokuz kişiyiz, üç kişi de mürettebat. Tekne yelkenli, arkada bir de motor var ama pek kullanmadılar. Epey eski bir tekne. Arada çiseleyen yağmurla yola çıktık. Manzara gerçekten çok güzel. İlk adada epey kaldık, çok güzel bir sahildi. Burada dalış molası verdik. Şnorkelle dalınca balık görmek için de bir kaç metre açılmak yetiyor zaten. Tabii ben dev istiridyeleri, aslan balığını ve yüzlerce tropikal balığı görünce kendimden geçip suda fazla kalmışım. Öğle yemeği için çadırın altına girdiğimde belim ve bacaklarımın arkası çatır çatır yanmaya başlamıştı bile. Sonradan çoookkk acısını çektim işin doğrusu..
Biz denizde dolanırken, gençler de kocaman bir zıpkınla açıldılar. Öğle yemeği için balık avladılar. O sırada teknedeki ateşte de yengeçleri domates sosunda pişirdiler. Yanına da pilav ve meyve..O yengeçleri nasıl yediğimi bile bilemedim. O kadar lezzetliydi ki. Zaten yemek bittiğinde üstümü temizleyebilmek için tekrar denize girmek zorunda kaldım.
Oradan bir adaya daha gittik. Orası da çok güzeldi ama artık sular yükselmeye başladığı için akıntı çok güçlenmişti ve su da çok bulanıklaşmıştı. Fazla kalmadan sahile doğru yola çıktık. Zaten burada karaya dönebilmek için suların yükselmesini beklemek lazım. Yoksa en az bir-iki kilometre yürümek zorunda kalmak işten bile değil. Turdan sonra bizi tekrar hostele bırakma inceliğini de gösterdiler bu arada.
Ama o son akşam Baobab Beach tam bir hayalkırıklığıydı. Çünkü güneşten o kadar yandıktan sonra tek istediğimiz su içmekti ve barda su, maden suyu ve meyve suyundan başka herşey vardı. Salak barmen Ersoy'a istersen musluk suyu iç demiş bir de. Nasıl kafam attı anlatamam. Bir tencere su koyup yarım saatten fazla kaynattık. Belki gerekir diye ama sonuçta geceyi kolayla geçirmek daha güvenli geldi. Ben o kadar titiz biri değilimdir ama ben bile o haldeyken o suyu içmiyorsam, anlayın artık...Uyumadım, resmen bayıldım o gece...

Hiç yorum yok: