Opuwo'dan yola çıkarken niyetimiz hiçbiryere uğramadan direkt olarak Etosha Milli Parkı'na ulaşmaktı. O yüzden Ruacana Şelalesi'ne gitmekten vazgeçmiştik. Ama kaderimizde gitmek varmış meğerse..Okahao'ya gidelim derken, ayrıma geldiğimizde yolun kapalı olduğunu farkettik. Aslında farkedemedik ama kavşağa geldiğimizde ayrımı bulamayınca oradaki polise sorduk. Bize karşı tarafı gösterdi ama zaten kapalı olduğu besbelli, kaldırım taşıyla kapatılmış. Böylece mecburen rotayı kuzeye çevirip, Angola sınırına doğru yola çıktık. Opuwo- Ruacana arası 140 km kadar, yol da bir yerden sonra epey düzgündü. Oraya kadar gelmişken yolu biraz daha uzatıp, şelaleyi de görelim dedik. Zaten topu topu gidiş- geliş kırk kilometre uzayacak yol.
Şelalenin yanına gidebilmek için Namibya sınırından çıkmak gerekiyor çünkü nehir, Angola ve Namibya sınırını oluşturuyor, yani “No man's land”.Allahtan Angola'ya girmek ya da resmen Namibya'dan çıkış yapmak gerekmiyor da sadece sınırdaki görevlilere “Şelaleye gidiyoruz” deyince turistlere kapıyı açıyorlar.
Burası epey sapa kaldığı için bizden başka sadece dört kişilik bir yabancı aile daha gördük. Bir de ilerde mangal yapıp, içki içen buralı gençler. Burada da su başını bulan mangalı yakıp, şişeyi açıyor anlaşılan.
Manzara çok güzel. Şelalenin yüksekliği 85 metre ama nehrin suyunun çoğunu Angola tarafındaki barajda tuttukları için su olması gerektiği kadar fazla değil. 2001 ve 2002'de barajın kapakları açıldığında manzara Niagara'ya benziyormuş. Yine de ben çok beğendim.
Oradan da çıkıp artık ufak ufak değil, son hız Etosha'ya doğru yol almaya başladık. Eğer park kapanmadan, daha doğrusu kamplar kapanmadan yetişemezsek, sokakta kalırız. Parka giremezsek yine şansımız var, etrafta kalacak yer bulabileceğimiz kasabalar var ama parka girip, kampa yetişemezsek durum fena, sabaha kadar arabadan inemeden, tuvalete bile gidemeden kalırız hayvanların içinde. Park kapısına kadar 350 km'den fazla yol var. Başladık basmaya..Ersoy kullanırken ben uyukladım, ben kullanırken de Ersoy. Burada yol çok düzgün ama hızlı gitmek çok zor. Çünkü bu taraflara geldikçe manzara değişti, artık etrafımız yemyeşil, göller ve balık avlayan insanlar var her tarafta. Nüfus da çok arttı, artık her adımda insan ve hayvanlar görüyoruz..Bir kaç kasabadan geçerken hurdacılara dikkat ettim, arabaların hepsi önden vurulmuş. Normal tabii, o kadar hayvan olunca yol kenarlarında..
Artık kapıya yetişmekten neredeyse ümidimizi kesmek üzereyken nasılsa kapalıdır diye bakmadığımız bir park kapısının yeni haritada açık olduğunu farkettik. Bir deneyelim deyip daldık, zaten öbür kapıya yetişmek gibi bir şansımız kalmamıştı. King Nehale kapısına geldiğimizde açık olduğunu gördük ve çok sevindik ama bu sefer de hala kampa yetişmemiz gerekiyordu. Kampa kadar hala 45 km yol var, saat 18:00 olmuş. Yani bir saatte kampa girmek lazım ve hız sınırı da saatte 50 km. Yetişiriz deyip çıktık ama yol yine çok kötü. Meğer burası Kruger gibi falan değilmiş. Yollar toprak ve son yağan yağmurlar iyice bozmuş. Yine de son dakikada kampa girip, resepsiyon kapanmadan hemen önce bir kamp yeri ayarlamayı becerdik.
Size biraz parkı anlatayım..İsmi “Büyük beyaz yer” anlamına geliyor. Burada gerçekten de büyük, tuz ve kilden oluşan büyük beyaz bir alan var ve parkın dörtte birini oluşturuyor. San efsanelerine göre burada yaşayan bir kabile saldırıya uğruyor ve bir kadın dışında bütün köy ölüyor. Yalnız kalan kadının gözyaşlarından da göl oluşuyor..İşin bilimsel tarafı ise tabii ki çok farklı. Binlerce yıl önce buradaki göle Kunana nehri getiriyormuş. Ama nehrin yönü değişince, yağmurlar dışında tamamen kuru kalan bir alana dönüşmüş. Park 1922'de ilk kurulduğunda yaklaşık 100.000 km kare iken, 1960'larda bugünkü boyutu olan 22.270 km kareye indirilmiş. Yani ilk hali Türkiye'nin yaklaşık 1/8'i imiş.
Buradaki ziyaretçilerin sadece parkın doğusunu gezmelerine izin veriliyor. Batısını da fena halde merak ettik ama sadece Namibyalı seyahat acentalarına izin veriliyormuş. Kesin bütün hayvanları da oraya taşımıştır bu adamlar!
Parkta şu anda kalınabilecek dört ayrı kamp yeri var. Bunlardan üçü hemen hemen kampın kurulduğu zamandan beri faal. İçlerinde kamp alanlarından özel bungalowlara kadar çeşit çeşit konaklama imkanı, içinde fazla şey bulunmayan bir market, benzin istasyonu, ufak bir tamirhane var. Fiyatlar konaklama türüne göre değişiyor. Ama Onkoshi açılalı sadece iki yıl olmuş ve fiyatları gecelik 450 euro civarında. Artık başka sefere: dedik :))
Etosha'daki ilk gecemizi böylece Namutoni Fortress Kampı'nda geçirdik. Kampın içinde isminden de anlaşılacağı gibi gerçekten bir kale var, Almanlar yüzyılın başında burayı yerli kabilelereden korunmak için kurmuşlar ama pek işe yaramamış..
Buradaki kamp yerlerinde Okaukuejo dışında yer verilmiyor. İlk gelen istediği yeri alıyor. Hepsinde tuvalet kağıtlı tuvalet, banyo, sıcak su, bulaşık yıkama yeri gibi imkanlar var. Hatta en son kampta bozuk parayla çalışan çamaşır ve kurutma makineleri bile vardı. Her kamp yerinde de ışık, priz, beton bir masa ve oturacak yerler ve bir mangal yeri var. Ama yine de aralarında fark var, Okakueju ve Namutoni ne kadar bakımlıysa, Halali de bir o kadar döküktü. Namutoni dışında hiç birinin kamp alanında barı da yoktu örneğin..Ama gideceklere bende tavsiye: Sakın restoranlara güvenip gitmeyin..Bütün yemekler açık büfe olarak veriliyor ve hiç de ucuz değiller. Parka gelmeden bir süpermarket bulup konserve gibi şeyleri oralardan taşımak daha mantıklı. Marketlerde et var ama biz birinde bulduğumuzu diğerinde bulamayıp son gece kocaman kesilmiş, donmuş tavuklarımızın pişmesini beklemekten akşam yemeğini ancak gece 22:30 sıralarında yiyebildik. Öğle yemeklerini ise soğuk konserveyle atlattık. Benim bir kere yediğim konserve soslu köfte korkunca yakındı ama insanın aç olunca neler yiyebileceğini bir kere daha gördüm..
Aslında buraya hayvan görmek isteyenlerin gelmesi gereken zaman Mayıs- Eylül arası olan kurak zaman. O dönemlerde su az olduğu için hayvanlar özellikle geceleri hemen kampların yanına kurulmuş olan ve gece de aydınlatılan göletlere geliyorlar. En iyileri de Halali ve Okaukuejo imiş. Biz yağmurlu zamanda orada olduğumuz için gündüz asıl canavarları göremedik. Ama her çeşit geyik cinsi, çakallar, bir sürü kuş, zürafa ve hatta yavrusuyla giden bir siyah gergedan bile gördük. Ama aslanlar...Okaukuejo'da bütün bir gece avlanan aslanları dinledim, Ersoy da sabah onların avcılarından kalan artık bir kaburgayla kaçan çakalları gördü ama ne yazık ki kendilerini göremedik. Olsun, ben yine de çok eğlendim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder