Sayfalar

24 Ocak 2010 Pazar

PLATTENBERG BAY

Sabah kalkıp, üçümüz hep birlikte sahile gittik. John, Ersoy ve ben..Niyetimiz biraz denize girip, güneşlenmekti. Ama dalgalarla epey uğraştıktan sonra güneşlenmenin daha iyi bir fikir olduğuna karar verdik. Ama anlaşılan o da o kadar iyibir fikir değilmiş.Bir süre sonra kendimi pek iyi hissetmemeye başladığımı farkettim. Ersoy'la dönmemiz ne kadar sürdü bilemiyorum, normalde beş dakika. Ama ben bahçeye gelir gelmez uzandım ve arada üstümün örtülmesini hissetmek dışında uyanmadım. Tam dört saat uyumuşum orada. Güneş çarpmasından birşey olmaz diyenlere duyurulur..Buralarda ozon deliği fena halde büyümüş, güneş fena yakıyor....
İnsan güneş çarpmasından telef oluyor, hem de fena halde. Kaldıramadım kafamı bir türlü yastıktan.En sonunda araba geldi de kalktım. Plattenberg Bay'e gidiyoruz...Albergo'da kalacağız.
Orada ne var, ne yok pek bilemiyorum ama ben hostelde yeterince eğlendim zaten. İlk eğlence Ersoy'un ilk defa dormda kalmayı kabul etmesi oldu. Bugüne kadar beni türlü bahanelerle savuşturdu ama madem yoldasın, hepsini yapacaksın dedim. Şansına karşımıza harika bir dorm çıkmaz mı? Deniz uzakta kalsa da manzarası güzel.
Buraya bayıldım zaten. Sahipleri dünyayı backpack gezmiş bir çift. Mekandan da anlaşılıyor. Kocaman, güzel bir mutfak, tertemiz duşlar, tuvaletler ve bedava mangal. Yani ateş bedava. Zaten hemen karşımız süpermarket, ne istersen al, mangalda pişir. Onca yıldır gezerim, ilk defa böyle bir uygulama gördüm. Mutfak vardır, bazılarında ateş yakıp mangal yapacak yer de. Ama hiçkimse koca bir ızgara hazırlayıp, gelin millet pişirin etlerinizi demez. Bir de eskiden Olympos'ta olan uygulama burada hala geçerli. Buzdolabından aldığını kendin oradaki listede işaretliyorsun, giderken ödüyorsun..
Izgara falan deyince lüks sanmayın. Burada et neredeyse sudan ucuz diyeceğim ama su da bedava zaten. Musluk suyu hemen heryerde içiliyor. Marketlerde şişe suyu var ama çoğunluğu meyveli..Ete gelince yarım kiloluk bir biftek 6-8 lira arası. O kadar ucuz olunca abarttık, iki biftek ve iki de koskocaman köfte attık ızgaraya.
Ertesi gün akşama kadar arabayı beklemekyen başka yapacak bir şey yok. Etrafta bir yerlere gitmek lazım ama nedense et, su, hatta petrol bu kadar ucuzken ulaşım çok pahalı. Hele turlar...Her yerde bir tura gitsek burada ayda adam başı onbini buluruz. Yine de can sıkıntısı ağır bastı, Ersoy, John, ben bir araba çağırtıp yirmi kilometre ötedeki Tenikawa Çiftliğine gittik. Aslında burası çiftlik falan değil, bir vahşi hayat bilinçlenme merkezi. Bu adı ben değil, onlar koymuş. Üçümüze bir rehber verdiler, başladık teker teker kediciklerin bölümlerini gezmeye. Çeşit çeşit vahşi kedi, leopar, çitalar. Leopar dışında hepsinin kafeslerine girdik. Hatta yavru çitalardan birini sevmeme bile izin verdiler. Yani kim dokunmak ister dediklerinde her zamanki gibi ben ben diye zıplayan ben oldum haliyle. Bir Danua kadar bir yavru ama sevince aynı kedi gibi gırlamaya başlıyor. Ben bunu eve götürmek istiyorum dememe bırakmadan ayırdılar beni hayvandan. Bu arada bizim Ankara'daki erkek kedimiz Spike'ı buraya koysak, vahşi diye yuttururuz valla. Ben zaten hep şüphelenmiştim hayvandan..Kendisi sokakta bulunma zaten..

Son olarak kuşların yanına gittik. İki cins kocaman leylek var. Biri hayatımda gördüğüm en çirkin hayvanlardan biri ama o kadar akıllı, o kadar canayakın ki. Dev gibi gagasını asla can yakmak için kullanmıyor, sadece ayakkabı bağlarını ya da gömleğini didikliyor keyifle. Öbürü ise buranın mili kuşu, yaratığa güzel demek hakaret olur. O kadar zarif, muhteşem bir yaratık. Ama huy olarak diğerinin tam tersi, ters, agresif, hatta saldırgan. Güzelliğin laneti işte..

Buranın girişi aslında çok pahalı. 145 rant yani otuz liraya yakın. Bizim ufak bir indirimimiz olunca, 130 ödedik. Bence değdi. Sadece çita mıncıklamakanlamında değil, burada, bu hayvanların yaşamı, davranışları hakkında o kadar çok şey öğrendim ki. Örneğin o dünyanın en hızlı koşan hayvanlarından biri olan çitaların bir tek çakala bile yem olabileceğini. Beslenme basamağında hiç de sanıldığı gibi yukarlarda değiller zavallılar..Kalanını artık gelince meraklısına anlatırım.
Burada çok hoşuma giden başka birşey de resepsiyondaki resimler oldu. Kocaman, siyah beyaz fotokopiler, bir kadın ve birkaç ayrı adamın resimleri..Dolandırıcı ve hırsızların..Sorunca anlattılar. Buradaki hostel ağı birbirine çok bağlı ve bu adamlar birden fazla suç işlemiş tipler. Sırt çantalı gibi gezip, hostellerde kalıp, gözlerine kestirdiklerini soyuyorlar ya da dolandırıyorlar. İşleri bu. Hele biri kaç kere yakalanmasına rağmen bir türlü hapse atılamıyor çünkü yakalandığında hemen avukatını çağırıyor ve mallarını ya da paralarını çaldıkları insanlara ya şikayetlerini geri almalarını ya da paralarını bir daha göremeyeceklerini söylüyorlar. Hepsi de bizim gibi gezdiği için polisle, davayla uğraşmamak, yollarına devam edebilmek için şikayetlerini geri alıyorlar. Amcam durmadan tipini de değiştirdiği için yakalanması zor ama yine de uyarı anlamında ellerindeki resimleri buraya asmışlar. Ben de yayınlıyorum, olur da bunlardan birini görürseniz aman uzak durun, eşyalarınızı sağlama alın.

Akşamüstü tekrar arabaya doluşup, Storms River'a devam ettik.

Hiç yorum yok: