Sayfalar

4 Mart 2010 Perşembe

SWAKOPMUND

Sabahın köründe kalkıp, bu sefer güneşin doğuşunu seyredebilmek için yola çıktığımızda hava daha aydınlanmamıştı..Bu konuda fazla Bir şey yazmam doğru sayılmaz aslında çünkü işin doğrusu ben UYANMADIM..Nasıl oluyor demeyin, arabanın böyle olmasının avantajı, Ersoy sürerken benim arkada uyumaya devam edebilmem..Heryerde uyuyabilmekse benim tanrı vergisi özelliğim..Zaten fotoğraflara bakarsanız, benim değişik gezmelerde olmadık yerlerde uyuyan fotoğraflarımı görebilirsiniz. Yıllar önce beni uyandırmak için kafama çadırı yıkmışlardı da, birkaç saat sonra uyandığımda tekrar dikmiş olduklarını görmüştüm..O kadar uyurum canım istediğinde işte..
 Tekrar yola koyulduğumuzda saat artık öğlene geliyordu. Girişte bir daha durmaktansa, yola devam edip, 55 km ilerdeki Solitaire'den almaya karar verdik. Bugün fazla olmasa da 350 km yol gitmemiz gerekiyordu.. Yol her zamanki gibi, taş toprak. Ama fazladan da bir sürü nehir geçişi var. Bu yollardaki en büyük sıkıntılardan biri nehir veya dere geçişlerine hiçbirşey yapılmamış. Yani bir suya ya da yağmur yağdığında su akabilecek bir yere gelince resmen bir hendekten geçmek zorunda kalıyoruz. Bazıları gerçekten çok derin olabiliyor, atlaya zıplaya gidiyoruz yollarda.
Solitaire'e gelirken karşıdan gelen bir araba bize flaşör yapınca Ersoy'a yavaşla, ilerde bir şey var galiba dedim ama geç kaldım. Ufak bir tepeden atlar atlamaz aşağıda hızla akan suyu gördük ama artık fren için çok geçti. Suya bir anda dalıverdik..Ama sağ salim, hiç teklemeden çıkabildik. O an Ersoy frene bassaydı ne olurdu bilemiyorum ama arabanın üç tonluk olmasının da yararı olmadı değil. Daha sonra benzinlikteki güzelim Alman fırınındaki fırıncıyla muhabbet ederken bizim geldiğimiz yolun zaten normal arabalara göre olmadığını, hatta daha o sabah deneyen bir arabanın suda sürüklendiğini ve zor kurtarıldığını anlattı..Tekrar kendi kendimize iyi ki bu kocaman kamyoneti almışız dedik.
Yolun geri kalanının bir kısmı yağmurla geçti ama batıya doğru döner dönmez iklim tekrar tamamen değişti ve yine çöle girdik. Çöl ki tam çöl..Heryerde seraplar, sıcaklık yüzlerce derece olmalı..Bu sırada oğlak dönencesini de geçtik, manzara hoşumuza gidince durup fotoğraf bile çektik. Daha önce kaç kere geçtim ama hiç fotoğraf çektirmemiştim.
Walvis Bay'e geldiğimizde tekrar kumullarla karşılaştık, renler sarı ama yine kocamanlar. Ufak bir mola verip, Swakopmund'a geldik.
Swakopmund'a geldiğimizde tekrar batıya doğru sadece Birkaç kilometre gitmiş olmamıza rağmen hava yine değişti, bulutlandı. Artık deniz kenarındaydık. Afrika'dan çok kuzey avrupaya benzese de...
Burası gerçekten Afrika'dan çok bir Alman kasabasına benziyor. Aslında benziyor lafı bile fazla çünkü tam olarak öyle. Anlaşılan Namibya bağımsızlığını kazanmış olsa da Almanlar buradan asla ayrılmamış! Bazı caddelerin isimleri değişse de şehrin -varolmayan- ruhu hep Alman kalmış. Şimdilerde de emeklileri akın akın geliyormuş buraya..

Ne kadar beklenmedik bir şey olsa da tekrar gerçek bir şehre gelmek bana çok iyi geldi aslında. O yüzden burada üç gece kalıp, hem biraz dinlenmeye, hem de etrafı rahat rahat gezmeye karar verdik. Kaldığımız yerde oda kalmamış, hatta çadır için bile yer yok. Biz de zaten alışmışız, yatakhanede kalmaktansa yine arabada yatmaya karar verdik. Kocaman, yemyeşil bir bahçe, braii yeri, gördüğüm en iyi mutfaklardan biri ve devamlı sıcak su var. Zaten ana binada aile çocuklarıyla yaşamaya devam ediyor, biz de daha çok bahçede yaşayan bedevilere benziyoruz. Arabasında yatan bizim gibi başkaları da var. Ama birinin araba tepesinde çadırı, bir diğerinin de ta Hollanda'dan geldiği vosvos minibüsü var. Türkiye üstünden de geçmişler buraya gelirken. Türküm der demez bana Gaziantep ve İmam Çağdaş dediler. Hayatlarında yedikleri en iyi yemekmiş..O an nasıl özledim memleketin yemeklerini!!

Swakopmund'a çok turist geliyor. Bazısı bizim gibi uzun uzun gezenler, bazıları da otobüslerin gelçtiği ender yerlerden biri olduğu için gelenler. Namibya'yı turla ya da araba kiralamadan gezenlerin gidecek yer konusunda fazla şansları yok ne yazık ki..
Burada tek olmayan şey internet. Kimsenin çok umurunda değil anlaşılan. İsteyene saati beş liradan merkezde bir internet kafe var. Ersoy epey zaman geçirdi orada..
Burada neler yaptığımıza gelince..Bir gün sadece şehirde gezdik. Bizim evin küveti kadar olan akvaryumuna, Kristall Galerie denilen müze- dükkan arası yarı değerli taş merkezine gittik. Orada şu anda gösterimde olan dünyanın en büyük kristali var, 14 tondan biraz fazla bir quartz..Ama afferin adamlara çünkü “gösterimde” kelimesini eklemişler. Şu ana kadar bulunan en büyük kristaller hala Meksika'da bir mağarada, 50 derecelik bir sıcaklıkta çalışan bilimadamları dışında kimse göremiyor..Merak edenler National Geographic'te aratsın, hemen bulurlar...

Bir gün de meraktan Walvis Bay'e gittik. Swakopmund'dan daha büyük bir yer ama sebep sadece liman olması bence. Burada tuzlalar var, tuzla olunca bir sürü de flamingo. Arada Birkaç pelikan da gördük ama hemen kaçtılar..
Onun dışında buradan hiç hoşlanmadım. Liman şehri ya, her yer batakhane, bar, casino dolu. Eh, gemiciler ne isterse var işte..Bir de benim..Ne zamandır içime dert olan kamp sandalyesini buldum sonunda, artık bir yerlerde kalırken popomun rahatını güvenceye almış durumdayım..
Burası bir garip memleket. Hemen yakında Namibya'nın en büyük uranyum madenlerinden biri olan Rössing madeni var.
İşin ilginç tarafı da Swakopmund'un aynı zamanda Angelina Jolie'nin doğum yaptığı yer olması ve Walvis Bay'e giderken ortada kalan bir otelde kalması. Ama o gitmiş, olay bitmiş...Sedası kalmış arkasında...
Ama madenin sesi sedası kesilecek gibi değil. Bugün Namibya'da birçok uranyum madeni var, ham uranyum üretiminde dünyada dördüncü sıradalar ve hala kazılmamış bir sürü yatak var. Sıralamada ön sıralara geçmeye niyetlendikleri çok belli. Tabii, bence söylememe gerek yok ama işçiler sinekler gibi hastalanıyor, radyoaktivite az da olsa zaten yetmeyen yer altı sularına sızıyor, doğa mahvoluyor, vs..vs..Kimsenin de umurunda değil. Bu konuda çalışa birkaç grup da susturuluveriyor.. Aynen elmas olayındaki gibi, para halk dışında herkesin cebine gidiyor. Meçhul bir şekilde...İsteyenler ayda iki kere yapılan maden turuna buyursun. Biz tam zamanına denk gelmemize rağmen ben hala ölümün gözüne her gün bakan insanların gözlerine bakmaya razı değilim...
Burada farkındaysanız hiç plaj falan anlatmadım. Yarın biraz kuzeye, fokları görmeye gidiyoruz. Fokların bulunduğu yerde denize girmek??
Altı milimlik elbise bile yetmez..Unutun..
Sadece birkaç deli sörfçü kalkışıyor buna!

1 yorum:

Metin dedi ki...

Sayin Arzu hanim gercekten bircok kisinin dusleyipte yapamadigi seyi yapiyor bircok yeri geziyorsunuz. Ayrica gezip gordugunuz yerleri herkesle paylasmanizda cok guzel.